- Aktiflik
- K.Tarihi
- 29 Kas 2010
- Mesajlar
- 276
- Puanı
- 106
Knight Online - Hikayesi
Bölüm - 1
1. Dünya'nın Yaratılışı ve Savaşın Kökleri
Cesaretle savaşırsınız, onurla savaşırsınız... Peki aslında
ne için savaşırsınız?
Savaşımızı, şövalyelerimizin neden savaştığını anlayabilmek için
çoğunluğun unuttuğu bazı gerçekleri yeniden gün
ışığına çıkarmalıyız. İçinde bulunduğumuz savaşın kökleri
evrenin başlangıcına dek uzanıyor. Ne de olsa dünya hep
bugünkü gibi bir yer değildi.
Bizim zaman diye adlandırdığımız dönemden önce yalnızca mistik bir boşluk vardı ve bu boşlukta çok eski, hiçbir özel şekli olmayan enerjiler dolanıyordu. Bilinmeyen bir sebeple bu eski enerjiler yavaş yavaş biçim kazanmaya başladı. Bu cisimleşme/maddeleşme sırasında çok özel bir güç bilinç kazandı.
Logos adındaki bu gücün tek amacı kendi yansımasını yaratmaktı. Yüksek dağları, derin vadileri ve masmavi gökyüzü ile Carnac dünyasına ilk şekil veren o oldu. Sonra, kayaları yontması, vadileri ve okyanusları doldurması için suyu getirdi. En sonunda dünya mistik boşlukta turkuaz renkli bir mücevher gibi salınan muhteşem bir yere dönüştü. Ancak, Logos tatmin olmamıştı. Yarattığı nehirlerin, okyanusların ve göllerin ihtişamına tanıklık edecek birilerinin olması gerektiğini hissediyordu. Kayalar ve dağlar tek başlarına görkemliydi fakat hiçbirinde hayat yoktu.
Logos, dağları yapmak için kullandığı enerjiden artanlar ile hayatı yarattı. Artık suda yüzen balıklar ve toprakta yetişen ağaçlar vardı. Ardından yeryüzünde hayvanlar belirdi ve gökyüzünde kuşlar süzülmeye başladı. Logos, son olarak, kendisine benzeyen insanları yarattı. İnsanlar, Logos gibi, dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirme gücüne sahipti.
Bir süre herşey yolunda gitti. Logos, insanlar onu Tanrı diye adlandırıyordu, durumdan memnundu; yarattıkları ise kendilerine bahşedilen dünyanın tadını çıkarıyordu.
Oysa yakında hepsinin huzuru bozulacaktı.
Yansıması olan insanları yaratma telaşı içinde Logos, bir enerji parçasına biçim vermeyi atlamıştı. Unutulan bu parça, yüzyıllar boyunca, karanlık bir vadide güzel bir cisme dönüştürüleceği anı bekledi durdu.
Başlarda oldukça sabırlıydı.
“Logos’un benim için özel bir planı vardır.” diye düşünüyordu. “Belki de beni neye dönüştüreceğine henüz karar vermedi.”
Uzun bekleyişin sonunda, biraz ilgi gördükten sonra terkedilen her bilinçli varlığın yaptığı gibi, sabrı tükendi ve öfkesi kabarmaya başladı. Logos’unkine benzeyen bilinci sayesinde, unutulan bu enerji parçası yavaş yavaş kendine biçim vermeyi başardı. Üstelik insanlar gibi sınırlı bir şekli yoktu, aksine her değişimde insanların sınırlarının ötesine geçiyordu. Değiştikçe daha da güçleniyor, unutulduğu için duyduğu öfke gitgide büyüyordu.
Logos, Unutulan’ı nihayet hatırladığında çok geç olmuştu. Unutulan, kendine Pathos adını veren bir varlığa dönüşmüştü. Logos’un gücüne kafa tutacak kadar kuvvetliydi, fakat içinde ondaki merhametin zerresini taşımıyordu. Aksine, Logos’un özenle yarattığı herşeyi mahvetmek için yanıp tutuşuyordu. İntikam almak uğruna yaptığı ilk hamle dünyaya Değişim getirmek oldu.
Pathos’un getirdiği Değişim yüzünden dört mevsim, gece ile gündüz, hayat ve ölüm ortaya çıktı. Pathos için bu yeterli değildi, kendisinin duyduğu acıyı ve terkedilmişlik hissini Logos’un da tatmasını istiyordu. Pathos, bir avuç kumu aldı; her bir kum tanesine, ileride insanlığın günahları olarak anılacak, en karanlık duygu ve dürtüleri doldurdu. Ardından her bir zerreyi alıp insan doğasına ekti. İnsanlar Logos’tan uzaklaşmaya ona yüz çevirmeye başladı. Hükmetmeye ve yok etmeye yarayan hırsı, şehveti ve arzuyu tatmışlardı.
ne için savaşırsınız?
Savaşımızı, şövalyelerimizin neden savaştığını anlayabilmek için
çoğunluğun unuttuğu bazı gerçekleri yeniden gün
ışığına çıkarmalıyız. İçinde bulunduğumuz savaşın kökleri
evrenin başlangıcına dek uzanıyor. Ne de olsa dünya hep
bugünkü gibi bir yer değildi.
Bizim zaman diye adlandırdığımız dönemden önce yalnızca mistik bir boşluk vardı ve bu boşlukta çok eski, hiçbir özel şekli olmayan enerjiler dolanıyordu. Bilinmeyen bir sebeple bu eski enerjiler yavaş yavaş biçim kazanmaya başladı. Bu cisimleşme/maddeleşme sırasında çok özel bir güç bilinç kazandı.
Logos adındaki bu gücün tek amacı kendi yansımasını yaratmaktı. Yüksek dağları, derin vadileri ve masmavi gökyüzü ile Carnac dünyasına ilk şekil veren o oldu. Sonra, kayaları yontması, vadileri ve okyanusları doldurması için suyu getirdi. En sonunda dünya mistik boşlukta turkuaz renkli bir mücevher gibi salınan muhteşem bir yere dönüştü. Ancak, Logos tatmin olmamıştı. Yarattığı nehirlerin, okyanusların ve göllerin ihtişamına tanıklık edecek birilerinin olması gerektiğini hissediyordu. Kayalar ve dağlar tek başlarına görkemliydi fakat hiçbirinde hayat yoktu.
Logos, dağları yapmak için kullandığı enerjiden artanlar ile hayatı yarattı. Artık suda yüzen balıklar ve toprakta yetişen ağaçlar vardı. Ardından yeryüzünde hayvanlar belirdi ve gökyüzünde kuşlar süzülmeye başladı. Logos, son olarak, kendisine benzeyen insanları yarattı. İnsanlar, Logos gibi, dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirme gücüne sahipti.
Bir süre herşey yolunda gitti. Logos, insanlar onu Tanrı diye adlandırıyordu, durumdan memnundu; yarattıkları ise kendilerine bahşedilen dünyanın tadını çıkarıyordu.
Oysa yakında hepsinin huzuru bozulacaktı.
Yansıması olan insanları yaratma telaşı içinde Logos, bir enerji parçasına biçim vermeyi atlamıştı. Unutulan bu parça, yüzyıllar boyunca, karanlık bir vadide güzel bir cisme dönüştürüleceği anı bekledi durdu.
Başlarda oldukça sabırlıydı.
“Logos’un benim için özel bir planı vardır.” diye düşünüyordu. “Belki de beni neye dönüştüreceğine henüz karar vermedi.”
Uzun bekleyişin sonunda, biraz ilgi gördükten sonra terkedilen her bilinçli varlığın yaptığı gibi, sabrı tükendi ve öfkesi kabarmaya başladı. Logos’unkine benzeyen bilinci sayesinde, unutulan bu enerji parçası yavaş yavaş kendine biçim vermeyi başardı. Üstelik insanlar gibi sınırlı bir şekli yoktu, aksine her değişimde insanların sınırlarının ötesine geçiyordu. Değiştikçe daha da güçleniyor, unutulduğu için duyduğu öfke gitgide büyüyordu.
Logos, Unutulan’ı nihayet hatırladığında çok geç olmuştu. Unutulan, kendine Pathos adını veren bir varlığa dönüşmüştü. Logos’un gücüne kafa tutacak kadar kuvvetliydi, fakat içinde ondaki merhametin zerresini taşımıyordu. Aksine, Logos’un özenle yarattığı herşeyi mahvetmek için yanıp tutuşuyordu. İntikam almak uğruna yaptığı ilk hamle dünyaya Değişim getirmek oldu.
Pathos’un getirdiği Değişim yüzünden dört mevsim, gece ile gündüz, hayat ve ölüm ortaya çıktı. Pathos için bu yeterli değildi, kendisinin duyduğu acıyı ve terkedilmişlik hissini Logos’un da tatmasını istiyordu. Pathos, bir avuç kumu aldı; her bir kum tanesine, ileride insanlığın günahları olarak anılacak, en karanlık duygu ve dürtüleri doldurdu. Ardından her bir zerreyi alıp insan doğasına ekti. İnsanlar Logos’tan uzaklaşmaya ona yüz çevirmeye başladı. Hükmetmeye ve yok etmeye yarayan hırsı, şehveti ve arzuyu tatmışlardı.
2. Tanrıça'nın Tebessümü
Pathos’un ölümü getirmesiyle Logos’un dünyanın
görkemli varlığının sonsuza dek süreceği yönündeki hayali yıkıldı.
Çünkü, Logos’un sadece yaratma gücü vardı, yenileme
gücü yoktu. Böylece, Pathos’un öyle bir niyeti olmadığı halde,
hayat ve ölüm arasındaki ayrım yeni bir varlığın ortaya
çıkmasına neden oldu. Ölenlerin geride bıraktığı enerjilerden
yeni hayatlar yaratma görevi yeni tanrıya, Hayat Tanrıçası
Akara’ya verildi.
Akara her canlı ile devamlı bir ilişki içindeydi. Yaşlanıp ölenleri gözetir, onların yerini gençlerin almalarını sağlardı. Dünya üzerindeki canlıları Logos’un anlayamadığı bir şekilde anlamayı başarıyordu. Kendisine hiç saygı göstermedikleri halde canlıları ona aitlermiş gibi seviyordu. Zaman geçtikçe, üzüntü içindeki Logos’un onlardan uzaklaştığını fark etti; yarattıklarının değiştirilmesine özellikle ölmesine katlanamayan Logos onları ihmal etmeye başlamıştı. Akara, yaratıcı rehberlik etmediği sürece hayatın verimli yaşanamayacağını biliyor, üzülüyordu.
Bazen insanlar şöyle dua ediyordu:
Biz senin çocuklarınız,
Unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
“Belki,” diye düşündü Akara. “Belki bu çocuklara kendi çocuklarım gibi sahip çıkmalıyım.”
Logos, Akara’nın niyetini anladı; yarattıklarını tamamen kaybetmekten korktuğundan sorumluluklarını yerine getireceğine dair Akara’ya söz verdi. Tanrıça bir süreliğine rahatlamıştı.
Tam Logos sözünü tutmak üzere işe koyulduğunda Pathos yeniden ortaya çıktı. Bu defa, Logos’un en başta yarattıklarından birini, Logos’un üzerinde ilk kez rüzgarı hissettiği, bulutlara ilk kez dokunduğu dağları yok etmeye karar vermişti. Pathos, Carnac’ın çekirdeğinin derinliklerinden ateşi çağırdı; çok sevdiği dağlarının yıkılması karşısında dehşete kapılan Logos Pathos’u durduramadı. Yok edici alevler ormanları tutuşturmuş, nehirleri kurutmuştu. İnsanlar tanık oldukları felaket karşısında çaresizdi, pek çoğu hayatını kaybetmişti.
Logos derin bir kederle yeniden kabuğuna çekildi, artık ona ait olmayan dünya ile ilgilenmiyordu.
Bu defa Akara, Logos’un sorumluluğunu üstlenmekte kararlıydı. Ancak Logos’un kolay vazgeçmeyeceğini biliyordu. Hayatın sürdürülebilmesi için, dünyayı zayıf yürekli Logos ve acımasız Pathos’tan kurtarmak üzere bir komplo düzenledi.
Akara’nın bu arzusu yeni bir Tanrı’nın yaratılmasına neden oldu: Cypher. Yeni Tanrı, yıkım ve aldatmacadan başka bir şey bilmiyordu.
Akara, Logos’un yanına gidip ona yeni Tanrı’dan bahsetti. “Yok etme gücü var, ne daha fazlası ne daha azı. Onun gücünü kullanarak Pathos’tan kurtulabilirsin.”
Akara’nın anlattıklarını dinleyen Logos sevinç içinde Cypher’ı aramaya koyuldu. Dünyayı yeniden eski haline getirme hayalleri ile oradan uzaklaşırken Tanrıça’nın yüzünde beliren tebessümü göremedi.
görkemli varlığının sonsuza dek süreceği yönündeki hayali yıkıldı.
Çünkü, Logos’un sadece yaratma gücü vardı, yenileme
gücü yoktu. Böylece, Pathos’un öyle bir niyeti olmadığı halde,
hayat ve ölüm arasındaki ayrım yeni bir varlığın ortaya
çıkmasına neden oldu. Ölenlerin geride bıraktığı enerjilerden
yeni hayatlar yaratma görevi yeni tanrıya, Hayat Tanrıçası
Akara’ya verildi.
Akara her canlı ile devamlı bir ilişki içindeydi. Yaşlanıp ölenleri gözetir, onların yerini gençlerin almalarını sağlardı. Dünya üzerindeki canlıları Logos’un anlayamadığı bir şekilde anlamayı başarıyordu. Kendisine hiç saygı göstermedikleri halde canlıları ona aitlermiş gibi seviyordu. Zaman geçtikçe, üzüntü içindeki Logos’un onlardan uzaklaştığını fark etti; yarattıklarının değiştirilmesine özellikle ölmesine katlanamayan Logos onları ihmal etmeye başlamıştı. Akara, yaratıcı rehberlik etmediği sürece hayatın verimli yaşanamayacağını biliyor, üzülüyordu.
Bazen insanlar şöyle dua ediyordu:
Biz senin çocuklarınız,
Unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
“Belki,” diye düşündü Akara. “Belki bu çocuklara kendi çocuklarım gibi sahip çıkmalıyım.”
Logos, Akara’nın niyetini anladı; yarattıklarını tamamen kaybetmekten korktuğundan sorumluluklarını yerine getireceğine dair Akara’ya söz verdi. Tanrıça bir süreliğine rahatlamıştı.
Tam Logos sözünü tutmak üzere işe koyulduğunda Pathos yeniden ortaya çıktı. Bu defa, Logos’un en başta yarattıklarından birini, Logos’un üzerinde ilk kez rüzgarı hissettiği, bulutlara ilk kez dokunduğu dağları yok etmeye karar vermişti. Pathos, Carnac’ın çekirdeğinin derinliklerinden ateşi çağırdı; çok sevdiği dağlarının yıkılması karşısında dehşete kapılan Logos Pathos’u durduramadı. Yok edici alevler ormanları tutuşturmuş, nehirleri kurutmuştu. İnsanlar tanık oldukları felaket karşısında çaresizdi, pek çoğu hayatını kaybetmişti.
Logos derin bir kederle yeniden kabuğuna çekildi, artık ona ait olmayan dünya ile ilgilenmiyordu.
Bu defa Akara, Logos’un sorumluluğunu üstlenmekte kararlıydı. Ancak Logos’un kolay vazgeçmeyeceğini biliyordu. Hayatın sürdürülebilmesi için, dünyayı zayıf yürekli Logos ve acımasız Pathos’tan kurtarmak üzere bir komplo düzenledi.
Akara’nın bu arzusu yeni bir Tanrı’nın yaratılmasına neden oldu: Cypher. Yeni Tanrı, yıkım ve aldatmacadan başka bir şey bilmiyordu.
Akara, Logos’un yanına gidip ona yeni Tanrı’dan bahsetti. “Yok etme gücü var, ne daha fazlası ne daha azı. Onun gücünü kullanarak Pathos’tan kurtulabilirsin.”
Akara’nın anlattıklarını dinleyen Logos sevinç içinde Cypher’ı aramaya koyuldu. Dünyayı yeniden eski haline getirme hayalleri ile oradan uzaklaşırken Tanrıça’nın yüzünde beliren tebessümü göremedi.
3. Hayat'ın Düzenbaz Meyveleri
Cypher, Logos’un beklediği gibi bir Tanrı çıkmadı. Yine de
Logos, Hayat Tanrıçası’na güvenip Cypher’dan
yardım istedi.
Elbette Logos, Akara’nın çoktan Cypher’a gidip ona diğer
iki Tanrı’yı nasıl yok edeceğini anlattığından haberdar
değildi. “Önce Pathos’un öldürmelisin.” diye Cypher’a tavsiyede
bulundu. “Logos idealist ve zayıf olandır; onu daha sonra
da öldürebilirsin.”
Pathos ile yapılacak karşılaşma için hazırlanmaya başlayan Logos etrafındaki bulutları toplayarak bir kılıç yaptı. Buluttan kılıcı o kadar güzel biçimlendirmişti ki keskin aletin öldürücü özelliği adeta maskelenmişti. Yaptığı kılıcı Cypher’a verdi ve birlikte Pathos’un yaşadığı Carnac’ın en karanlık vadisine doğru yola koyuldular.
Onlar yaklaşırken Pathos gölgelerin arasından sıyrıldı ve ağaçtan yapılmış sihirli mızrağını üstlerine fırlattı. Mızrak adeta çevresine hayat enerjisi yayıyor, beraberinde sükunet taşıyordu. Böyle bir silahı ancak bir tek kişi yapabilirdi, silahı yapan Tanrıça onları uzaktan seyrediyordu.
Dövüş çok hızlı ve şiddetli sürüyordu. Dövüşçüler tek kelime etmeden mücadele ediyordu. Cypher parlak kılıcını havaya kaldırdı, Pathos ardı ardına gelen hamleleri savuşturmayı başardı. Dövüşü izleyen Logos, Pathos’un hak ettiği sona kavuşması için sabırsızlıkla bekliyordu. Silahları ile yenişemeyen iki Tanrı, zafer kazanmak için özel güçlerini kullanmaya başladı. Önce Pathos, güneşi ve yıldızları ortadan kaldırarak dünyayı karanlığa boğdu. Cypher bir an için kör oldu. Pathos mızrağını ileri fırlattı, rakibinin omzunu sıyırıp geçen mızrak yeşil bir ışık saçtı. Mızraktan yayılan yeşil ışık Cypher’ın görmesine ve Pathos’un sol kolunu kesmesine yetti.
Pathos acıyla bağırarak dizlerinin üzerine çöktü; yaşam gücünü kaybediyordu. Cypher ve Logos zafer sevinciyle birbirlerine bakarken Pathos ve Cypher arasında belli belirsiz bir değişim gerçekleşti. Dış görünüşleri değişmemiş olsa da yaşam güçleri ikisinin bedeni arasında yer değiştiriyordu. Pathos, -sihirli değiştirme yeteneği- sayesinde artık Cypher’ın bedenindeyken Cypher’ın ruhu az evvel yaraladığı mağlup bedene hapsolmuş yatıyordu.
Çok acı çekmesine rağmen Cypher’ın ruhu ölüme direniyordu. Mızrağı hızla fırlattı ve daha önce kendisine ait olan bedene sapladı. O sırada Pathos beden değiştirmeyi akıl edişini kutlamakla meşgul olduğundan mızrağı fark etmedi. Sihirli mızrak Tanrı’nın kalbine saplanıp onu yok etti.
Pathos ölmüştü, Cypher ise ölmek üzereydi. Cypher, artık güçlerinin yok etmekle sınırlı olmadığını hissediyordu. Ruhların değişimi nedeniyle, biraz çaba gösterirse o da bir zamanlar Pathos’un yapabildiği gibi değişime yol açabilirdi. Yeni yeteneğiyle önce kesik koluna odaklanarak akan kanı durdurdu. Daha sonra tendon ve kemiklere yoğunlaşarak onların büyümesini ve yeniden kesilen uzvun şeklini almasını sağladı.
Tamamen iyileşince ayağa fırladı, yeni gücünü herkesin duyması için bağırdı: “Yeniden doğdum! Artık eşsizim, korkun benden!”
Güç gösterisinde bulunmak için vadiyi paramparça ederek bir tapınak inşa etti. Ancak bu tapınak taştan değil camdan yapılmıştı. Keskin kenarları dört bir yana ışık saçıyordu.
Zamanla insanlar tapınağa hayranlıklarını sergilemek, yaratıcısı yeni ve güçlü Pathos-Cypher’a saygılarını göstermek amacıyla buraya akın ettiler.
Logos, Hayat Tanrıçası’na güvenip Cypher’dan
yardım istedi.
Elbette Logos, Akara’nın çoktan Cypher’a gidip ona diğer
iki Tanrı’yı nasıl yok edeceğini anlattığından haberdar
değildi. “Önce Pathos’un öldürmelisin.” diye Cypher’a tavsiyede
bulundu. “Logos idealist ve zayıf olandır; onu daha sonra
da öldürebilirsin.”
Pathos ile yapılacak karşılaşma için hazırlanmaya başlayan Logos etrafındaki bulutları toplayarak bir kılıç yaptı. Buluttan kılıcı o kadar güzel biçimlendirmişti ki keskin aletin öldürücü özelliği adeta maskelenmişti. Yaptığı kılıcı Cypher’a verdi ve birlikte Pathos’un yaşadığı Carnac’ın en karanlık vadisine doğru yola koyuldular.
Onlar yaklaşırken Pathos gölgelerin arasından sıyrıldı ve ağaçtan yapılmış sihirli mızrağını üstlerine fırlattı. Mızrak adeta çevresine hayat enerjisi yayıyor, beraberinde sükunet taşıyordu. Böyle bir silahı ancak bir tek kişi yapabilirdi, silahı yapan Tanrıça onları uzaktan seyrediyordu.
Dövüş çok hızlı ve şiddetli sürüyordu. Dövüşçüler tek kelime etmeden mücadele ediyordu. Cypher parlak kılıcını havaya kaldırdı, Pathos ardı ardına gelen hamleleri savuşturmayı başardı. Dövüşü izleyen Logos, Pathos’un hak ettiği sona kavuşması için sabırsızlıkla bekliyordu. Silahları ile yenişemeyen iki Tanrı, zafer kazanmak için özel güçlerini kullanmaya başladı. Önce Pathos, güneşi ve yıldızları ortadan kaldırarak dünyayı karanlığa boğdu. Cypher bir an için kör oldu. Pathos mızrağını ileri fırlattı, rakibinin omzunu sıyırıp geçen mızrak yeşil bir ışık saçtı. Mızraktan yayılan yeşil ışık Cypher’ın görmesine ve Pathos’un sol kolunu kesmesine yetti.
Pathos acıyla bağırarak dizlerinin üzerine çöktü; yaşam gücünü kaybediyordu. Cypher ve Logos zafer sevinciyle birbirlerine bakarken Pathos ve Cypher arasında belli belirsiz bir değişim gerçekleşti. Dış görünüşleri değişmemiş olsa da yaşam güçleri ikisinin bedeni arasında yer değiştiriyordu. Pathos, -sihirli değiştirme yeteneği- sayesinde artık Cypher’ın bedenindeyken Cypher’ın ruhu az evvel yaraladığı mağlup bedene hapsolmuş yatıyordu.
Çok acı çekmesine rağmen Cypher’ın ruhu ölüme direniyordu. Mızrağı hızla fırlattı ve daha önce kendisine ait olan bedene sapladı. O sırada Pathos beden değiştirmeyi akıl edişini kutlamakla meşgul olduğundan mızrağı fark etmedi. Sihirli mızrak Tanrı’nın kalbine saplanıp onu yok etti.
Pathos ölmüştü, Cypher ise ölmek üzereydi. Cypher, artık güçlerinin yok etmekle sınırlı olmadığını hissediyordu. Ruhların değişimi nedeniyle, biraz çaba gösterirse o da bir zamanlar Pathos’un yapabildiği gibi değişime yol açabilirdi. Yeni yeteneğiyle önce kesik koluna odaklanarak akan kanı durdurdu. Daha sonra tendon ve kemiklere yoğunlaşarak onların büyümesini ve yeniden kesilen uzvun şeklini almasını sağladı.
Tamamen iyileşince ayağa fırladı, yeni gücünü herkesin duyması için bağırdı: “Yeniden doğdum! Artık eşsizim, korkun benden!”
Güç gösterisinde bulunmak için vadiyi paramparça ederek bir tapınak inşa etti. Ancak bu tapınak taştan değil camdan yapılmıştı. Keskin kenarları dört bir yana ışık saçıyordu.
Zamanla insanlar tapınağa hayranlıklarını sergilemek, yaratıcısı yeni ve güçlü Pathos-Cypher’a saygılarını göstermek amacıyla buraya akın ettiler.
4. İnsanlığın Kaçışı ve El Morad
Pathos ve Cypher arasındaki dövüş ve Pathos- Cypher
varlığının ortaya çıkışı Carnac’ta birtakım değişimlere yol
açtı. Çiçekler kokularını kaybetti, ani mevsim değişiklikleri
baş gösterdi ve yeraltı suları kahverengi adeta paslı
akmaya başladı. Üstelik yakında başka değişiklikler
de görülecekti.
Bu değişikliklere yol açan Pathos-Cypher’ın yaptıkları değildi. O, insanların kendisine gösterdiği ilginin tadını çıkarmakla meşguldü.
Böylece aradan yıllar geçti ve insanlık 6 büyük krallığa bölündü: Çölde kurulu savaşçı Hellsgarem, çelik gemileri ve limanları ile Bluegrant, beyaz şehir Anrdeam, muhteşem mahsulleri ile ünlü Planisad, ticaret merkezi Brisbia ve tüm krallıkların en uzak ucunda bulunan El Morad.
Krallıklar oluşurken, dünyada meydana gelen değişimler yalnızca mevcut yaratıkları değil başka şeyleri de etkiledi. Kurda ve ayıya benzeyen ama onlardan çok daha korkunç ve vahşi olan devasa yaratıklar görülmeye başlandı, üstelik sayıları her geçen yıl artıyordu. Daha şaşırtıcı olanı da taş ve sihirden yaratılmış varlıklardı. En kötüleri ise tüm hayatı kendi anladıkları düzeye (ölmemeye) getirmeye çalışan zombilerdi.
Cehennemden gelen yaratıkların sayısı o kadar artmıştı ki yüksek duvarlar ile çevrili, sadık muhafızlarla korunan şehirler bile onlara karşı koyamıyordu. İlk düşen krallık Planisad oldu, böylece yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Kısa süre sonra, Brisbia ve Arrdeam kaybedildi. Ulu barbar krallığı Hellsgarem bile hayatta kalamadı, krallığın düşüşünü görmektense şehri kendileri yakmayı tercih ettiler. Buradan kurtulanlar, şehirlerinden kaçıp El Morad’a gitmekte olan Bluegrant gemilerine sığındılar.
El Morad kralı Manes sığınmacıları koşulsuz kabul etti. Gücü yerinde olanlar, henüz saldırıya uğramayan tek şehrin savunmasını kuvvetlendirmek üzere orduya alındılar. Yeni savaş alanları inşa edildi, gerekli malzemeler temin edildi ve yeni silahlar yapıldı. El Morad halkı şehirlerini kaybetmemeye kararlıydı, kendi şehirlerini bırakıp kaçanlarsa yeni evlerini bağlılıkla savunmaya hazırdı. El Morad insanlığın son kalesiydi. Kaybedilirse insanlığın sonu olurdu.
varlığının ortaya çıkışı Carnac’ta birtakım değişimlere yol
açtı. Çiçekler kokularını kaybetti, ani mevsim değişiklikleri
baş gösterdi ve yeraltı suları kahverengi adeta paslı
akmaya başladı. Üstelik yakında başka değişiklikler
de görülecekti.
Bu değişikliklere yol açan Pathos-Cypher’ın yaptıkları değildi. O, insanların kendisine gösterdiği ilginin tadını çıkarmakla meşguldü.
Böylece aradan yıllar geçti ve insanlık 6 büyük krallığa bölündü: Çölde kurulu savaşçı Hellsgarem, çelik gemileri ve limanları ile Bluegrant, beyaz şehir Anrdeam, muhteşem mahsulleri ile ünlü Planisad, ticaret merkezi Brisbia ve tüm krallıkların en uzak ucunda bulunan El Morad.
Krallıklar oluşurken, dünyada meydana gelen değişimler yalnızca mevcut yaratıkları değil başka şeyleri de etkiledi. Kurda ve ayıya benzeyen ama onlardan çok daha korkunç ve vahşi olan devasa yaratıklar görülmeye başlandı, üstelik sayıları her geçen yıl artıyordu. Daha şaşırtıcı olanı da taş ve sihirden yaratılmış varlıklardı. En kötüleri ise tüm hayatı kendi anladıkları düzeye (ölmemeye) getirmeye çalışan zombilerdi.
Cehennemden gelen yaratıkların sayısı o kadar artmıştı ki yüksek duvarlar ile çevrili, sadık muhafızlarla korunan şehirler bile onlara karşı koyamıyordu. İlk düşen krallık Planisad oldu, böylece yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Kısa süre sonra, Brisbia ve Arrdeam kaybedildi. Ulu barbar krallığı Hellsgarem bile hayatta kalamadı, krallığın düşüşünü görmektense şehri kendileri yakmayı tercih ettiler. Buradan kurtulanlar, şehirlerinden kaçıp El Morad’a gitmekte olan Bluegrant gemilerine sığındılar.
El Morad kralı Manes sığınmacıları koşulsuz kabul etti. Gücü yerinde olanlar, henüz saldırıya uğramayan tek şehrin savunmasını kuvvetlendirmek üzere orduya alındılar. Yeni savaş alanları inşa edildi, gerekli malzemeler temin edildi ve yeni silahlar yapıldı. El Morad halkı şehirlerini kaybetmemeye kararlıydı, kendi şehirlerini bırakıp kaçanlarsa yeni evlerini bağlılıkla savunmaya hazırdı. El Morad insanlığın son kalesiydi. Kaybedilirse insanlığın sonu olurdu.
5. Şovalyelerin Yükselişi
Yedi uzun yıl boyunca ölmeyen yaratıklar ve canavarlarla
savaştılar. Kral Manes, yıllarca dualarına kulak vermeyen,
olanlara seyirci kalan tanrılara yakarıp durdu. İnsanlar hala
direniyor hatta güçlenmeye başlıyordu.
Savaşın ilk iki yılı geçtiğinde El Morad sakinleri saldırılara
alışmıştı. Direnişleri sağlamdı, savaş tekniklerini
geliştirmişlerdi. Sonunda, güvenli duvarların arkasından
çıkmaya bile cesaret ettiler. Onlara metal ve ağaç sağlayan şehrin ardındaki dağların arasından geçitler açıp silahlı birliklerini ormanlara gönderdiler ve toprağı ekmeye başladılar. Başlangıçta ürün yetiştirmek zor oldu, ancak zamanla insanları dağlara veya yeraltına yerleştirerek mahsul ekimi için şehrin güvenli duvarları arasında boş alanlar yaratmayı başardılar.
Üçüncü yılda, artık tecrübe kazanmış olan askerler sadece saldırıları geri püskürtmeyi beklemekten vazgeçip canavarları avlamaya başladılar. Savaşçılar evlerine kahramanlık ve zafer hikayeleri ile dönüyordu. Bu savaşçılar daha sonra biraraya gelerek Şövalyeler olarak bilinen birliği oluşturdular. Şövalyeler, El Morad dışında yaşar ve hayatlarını görevlerine adardı, bazıları sihir yapmayı ve şifa ilmini bile öğrenmişti. Böylelikle yıllar geçti ve şövalyeler güçlenerek varlıklarını sürdürdü.
Savaşın yedinci yılının son gecesinde, olağanüstü bir şey yaşandı. El Morad üzerine kızıl yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda beliren yeşil bir sis tabakası şehre doğru sürükleniyordu. Ürkütücü bir ses duyuldu, insanlar ilk kez kapılara doğru kaçmaya başladılar. Hiçbiri korktuğunu inkar edemezdi.
Kral Manes son bir umutla tanrılara yalvardı.
Tanrılardan biri sesine kulak verdi. “Benden dileğin nedir?”
“Halkım her gün ölüyor. Lütfen bize yardım edin.”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
“Fakat halkım her gün ölüyor. Şimdiyse bu korkunç yağmur ve sis baş gösterdi. Halkım sonumuzun geldiğini düşünüyor. Nasıl yardıma ihtiyacımız olmaz?”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
Halkının kurtuluşunu sağlamakta kararlı olan Kral yalvardı. “Fakat siz güçlüsünüz! Siz dilerseniz herşey yoluna girebilir. Biz sizin aciz kullarınız.”
“Kullar da felaketlerden nasibini alır, siz benim kullarım olacaksınız. Bugün dualarınızı kabul etmek için değil sonunuzun yaklaştığını haber vermek için ortaya çıktım.”
Kral öfkelenmeye başladı. Tanrı’ya bağırma cüretini göstererek “Eğer bize yardım etmeyecekseniz biz o sonu hep birlikte karşılayacağız.” dedi.
Tanrı çoktan gitmişti. Kral hangi Tanrı ile konuştuğunu bile bilmiyordu. Ona cevap veren Logos muydu? Yoksa Akara ya da Pathos- Cypher mı?
Yedi uzun yıl boyunca ölmeyen yaratıklar ve canavarlarla savaştılar. Kral Manes, yıllarca dualarına kulak vermeyen, olanlara seyirci kalan tanrılara yakarıp durdu. İnsanlar hala direniyor hatta güçlenmeye başlıyordu.
Savaşın ilk iki yılı geçtiğinde El Morad sakinleri saldırılara alışmıştı. Direnişleri sağlamdı, savaş tekniklerini geliştirmişlerdi. Sonunda, güvenli duvarların arkasından çıkmaya bile cesaret ettiler. Onlara metal ve ağaç sağlayan şehrin ardındaki dağların arasından geçitler açıp silahlı birliklerini ormanlara gönderdiler ve toprağı ekmeye başladılar. Başlangıçta ürün yetiştirmek zor oldu, ancak zamanla insanları dağlara veya yeraltına yerleştirerek mahsul ekimi için şehrin güvenli duvarları arasında boş alanlar yaratmayı başardılar.
Üçüncü yılda, artık tecrübe kazanmış olan askerler sadece saldırıları geri püskürtmeyi beklemekten vazgeçip canavarları avlamaya başladılar. Savaşçılar evlerine kahramanlık ve zafer hikayeleri ile dönüyordu. Bu savaşçılar daha sonra biraraya gelerek Şövalyeler olarak bilinen birliği oluşturdular. Şövalyeler, El Morad dışında yaşar ve hayatlarını görevlerine adardı, bazıları sihir yapmayı ve şifa ilmini bile öğrenmişti. Böylelikle yıllar geçti ve şövalyeler güçlenerek varlıklarını sürdürdü.
Savaşın yedinci yılının son gecesinde, olağanüstü bir şey yaşandı. El Morad üzerine kızıl yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda beliren yeşil bir sis tabakası şehre doğru sürükleniyordu. Ürkütücü bir ses duyuldu, insanlar ilk kez kapılara doğru kaçmaya başladılar. Hiçbiri korktuğunu inkar edemezdi.
Kral Manes son bir umutla tanrılara yalvardı.
Tanrılardan biri sesine kulak verdi. “Benden dileğin nedir?”
“Halkım her gün ölüyor. Lütfen bize yardım edin.”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
“Fakat halkım her gün ölüyor. Şimdiyse bu korkunç yağmur ve sis baş gösterdi. Halkım sonumuzun geldiğini düşünüyor. Nasıl yardıma ihtiyacımız olmaz?”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
Halkının kurtuluşunu sağlamakta kararlı olan Kral yalvardı. “Fakat siz güçlüsünüz! Siz dilerseniz herşey yoluna girebilir. Biz sizin aciz kullarınız.”
“Kullar da felaketlerden nasibini alır, siz benim kullarım olacaksınız. Bugün dualarınızı kabul etmek için değil sonunuzun yaklaştığını haber vermek için ortaya çıktım.”
Kral öfkelenmeye başladı. Tanrı’ya bağırma cüretini göstererek “Eğer bize yardım etmeyecekseniz biz o sonu hep birlikte karşılayacağız.” dedi.
Tanrı çoktan gitmişti. Kral hangi Tanrı ile konuştuğunu bile bilmiyordu. Ona cevap veren Logos muydu? Yoksa Akara ya da Pathos- Cypher mı?
savaştılar. Kral Manes, yıllarca dualarına kulak vermeyen,
olanlara seyirci kalan tanrılara yakarıp durdu. İnsanlar hala
direniyor hatta güçlenmeye başlıyordu.
Savaşın ilk iki yılı geçtiğinde El Morad sakinleri saldırılara
alışmıştı. Direnişleri sağlamdı, savaş tekniklerini
geliştirmişlerdi. Sonunda, güvenli duvarların arkasından
çıkmaya bile cesaret ettiler. Onlara metal ve ağaç sağlayan şehrin ardındaki dağların arasından geçitler açıp silahlı birliklerini ormanlara gönderdiler ve toprağı ekmeye başladılar. Başlangıçta ürün yetiştirmek zor oldu, ancak zamanla insanları dağlara veya yeraltına yerleştirerek mahsul ekimi için şehrin güvenli duvarları arasında boş alanlar yaratmayı başardılar.
Üçüncü yılda, artık tecrübe kazanmış olan askerler sadece saldırıları geri püskürtmeyi beklemekten vazgeçip canavarları avlamaya başladılar. Savaşçılar evlerine kahramanlık ve zafer hikayeleri ile dönüyordu. Bu savaşçılar daha sonra biraraya gelerek Şövalyeler olarak bilinen birliği oluşturdular. Şövalyeler, El Morad dışında yaşar ve hayatlarını görevlerine adardı, bazıları sihir yapmayı ve şifa ilmini bile öğrenmişti. Böylelikle yıllar geçti ve şövalyeler güçlenerek varlıklarını sürdürdü.
Savaşın yedinci yılının son gecesinde, olağanüstü bir şey yaşandı. El Morad üzerine kızıl yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda beliren yeşil bir sis tabakası şehre doğru sürükleniyordu. Ürkütücü bir ses duyuldu, insanlar ilk kez kapılara doğru kaçmaya başladılar. Hiçbiri korktuğunu inkar edemezdi.
Kral Manes son bir umutla tanrılara yalvardı.
Tanrılardan biri sesine kulak verdi. “Benden dileğin nedir?”
“Halkım her gün ölüyor. Lütfen bize yardım edin.”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
“Fakat halkım her gün ölüyor. Şimdiyse bu korkunç yağmur ve sis baş gösterdi. Halkım sonumuzun geldiğini düşünüyor. Nasıl yardıma ihtiyacımız olmaz?”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
Halkının kurtuluşunu sağlamakta kararlı olan Kral yalvardı. “Fakat siz güçlüsünüz! Siz dilerseniz herşey yoluna girebilir. Biz sizin aciz kullarınız.”
“Kullar da felaketlerden nasibini alır, siz benim kullarım olacaksınız. Bugün dualarınızı kabul etmek için değil sonunuzun yaklaştığını haber vermek için ortaya çıktım.”
Kral öfkelenmeye başladı. Tanrı’ya bağırma cüretini göstererek “Eğer bize yardım etmeyecekseniz biz o sonu hep birlikte karşılayacağız.” dedi.
Tanrı çoktan gitmişti. Kral hangi Tanrı ile konuştuğunu bile bilmiyordu. Ona cevap veren Logos muydu? Yoksa Akara ya da Pathos- Cypher mı?
Yedi uzun yıl boyunca ölmeyen yaratıklar ve canavarlarla savaştılar. Kral Manes, yıllarca dualarına kulak vermeyen, olanlara seyirci kalan tanrılara yakarıp durdu. İnsanlar hala direniyor hatta güçlenmeye başlıyordu.
Savaşın ilk iki yılı geçtiğinde El Morad sakinleri saldırılara alışmıştı. Direnişleri sağlamdı, savaş tekniklerini geliştirmişlerdi. Sonunda, güvenli duvarların arkasından çıkmaya bile cesaret ettiler. Onlara metal ve ağaç sağlayan şehrin ardındaki dağların arasından geçitler açıp silahlı birliklerini ormanlara gönderdiler ve toprağı ekmeye başladılar. Başlangıçta ürün yetiştirmek zor oldu, ancak zamanla insanları dağlara veya yeraltına yerleştirerek mahsul ekimi için şehrin güvenli duvarları arasında boş alanlar yaratmayı başardılar.
Üçüncü yılda, artık tecrübe kazanmış olan askerler sadece saldırıları geri püskürtmeyi beklemekten vazgeçip canavarları avlamaya başladılar. Savaşçılar evlerine kahramanlık ve zafer hikayeleri ile dönüyordu. Bu savaşçılar daha sonra biraraya gelerek Şövalyeler olarak bilinen birliği oluşturdular. Şövalyeler, El Morad dışında yaşar ve hayatlarını görevlerine adardı, bazıları sihir yapmayı ve şifa ilmini bile öğrenmişti. Böylelikle yıllar geçti ve şövalyeler güçlenerek varlıklarını sürdürdü.
Savaşın yedinci yılının son gecesinde, olağanüstü bir şey yaşandı. El Morad üzerine kızıl yağmur yağmaya başladı. Uzaklarda beliren yeşil bir sis tabakası şehre doğru sürükleniyordu. Ürkütücü bir ses duyuldu, insanlar ilk kez kapılara doğru kaçmaya başladılar. Hiçbiri korktuğunu inkar edemezdi.
Kral Manes son bir umutla tanrılara yalvardı.
Tanrılardan biri sesine kulak verdi. “Benden dileğin nedir?”
“Halkım her gün ölüyor. Lütfen bize yardım edin.”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
“Fakat halkım her gün ölüyor. Şimdiyse bu korkunç yağmur ve sis baş gösterdi. Halkım sonumuzun geldiğini düşünüyor. Nasıl yardıma ihtiyacımız olmaz?”
“Yardıma ihtiyacınız yok.”
Halkının kurtuluşunu sağlamakta kararlı olan Kral yalvardı. “Fakat siz güçlüsünüz! Siz dilerseniz herşey yoluna girebilir. Biz sizin aciz kullarınız.”
“Kullar da felaketlerden nasibini alır, siz benim kullarım olacaksınız. Bugün dualarınızı kabul etmek için değil sonunuzun yaklaştığını haber vermek için ortaya çıktım.”
Kral öfkelenmeye başladı. Tanrı’ya bağırma cüretini göstererek “Eğer bize yardım etmeyecekseniz biz o sonu hep birlikte karşılayacağız.” dedi.
Tanrı çoktan gitmişti. Kral hangi Tanrı ile konuştuğunu bile bilmiyordu. Ona cevap veren Logos muydu? Yoksa Akara ya da Pathos- Cypher mı?
Bölüm - 2
1. Şovalyelere Haber Salın
“Yapabileceğimiz bir şey mutlaka vardır” dedi konsey
üyelerinden biri, alnındaki teri silerek.
Yanında duran başka bir üye esnemesini güçlükle bastırdı.
Vakit öğleyi geçmişti; liderler, Tanrı’nın Kral’a karşılık
verdiği dün geceden beri aynı konuyu tartışıyordu.
Planisad şehrinden bir Lord ayağa kalkıp söz aldı ve şehre yaklaşan yeşil sisten kurtulmak için kaçmayı önerdi. “Burada kalıp o korkunç, tüyler ürpertici sisin bizi yutmasını bekleyemeyiz.” dedi.
Keşfe gönderilenlerden geri dönen olmamıştı, bu nedenle Lord hala vakitleri varken kaçmanın en iyisi olduğuna inanıyordu.
Diğerleri öneriye itiraz etti, çünkü herkesi şehirden çıkarmak günler sürerdi ve şehrin güvenli duvarlarının dışında kaçmaya çalışırken sise yakalanma ihtimalini göze alamazlardı.
Cesur bir Erenion “Tanrı’yı öldürürsek herşey düzelir.” diye atıldı elini havaya savurarak. O sırada kadehini doldurmakta olan zayıf hizmetkarı neredeyse deviriyordu.
Bir Barbar “Evet.” diye bağırarak onayladı. “Daha önce de kaçtık ama buraya gelip direndiğimiz için kurtulabildik. Daha önce de savaştık, yine savaşalım. Savaşalım. Bırakın gelsinler.”
Konsey kargaşa içindeydi. Tanrı ile savaşma önerisi ilk kez sunulmuyordu. Çoğu tek çözümün bu olduğunu düşünse de hiçbiri savaşmaya istekli değildi.
“Sen delirdin mi?” diye bağırdı biri. “Cypher bir TANRI!”
“Tanrı olan Pathos, aptal! Gözünü aç!”
Soylu olmayan üyelerden biri, kendisi başka yararlı özelliklerinden çok kitap okumasıyla bilinirdi, “ Ben bu olayın arkasında başka bir Tanrı olduğundan şüpheleniyorum.” dedi.
Kral ayağa kalkıp konseye seslendi. “Kalacağız, fakat savaşmayacağız. Şövalyelere haber salın.”
üyelerinden biri, alnındaki teri silerek.
Yanında duran başka bir üye esnemesini güçlükle bastırdı.
Vakit öğleyi geçmişti; liderler, Tanrı’nın Kral’a karşılık
verdiği dün geceden beri aynı konuyu tartışıyordu.
Planisad şehrinden bir Lord ayağa kalkıp söz aldı ve şehre yaklaşan yeşil sisten kurtulmak için kaçmayı önerdi. “Burada kalıp o korkunç, tüyler ürpertici sisin bizi yutmasını bekleyemeyiz.” dedi.
Keşfe gönderilenlerden geri dönen olmamıştı, bu nedenle Lord hala vakitleri varken kaçmanın en iyisi olduğuna inanıyordu.
Diğerleri öneriye itiraz etti, çünkü herkesi şehirden çıkarmak günler sürerdi ve şehrin güvenli duvarlarının dışında kaçmaya çalışırken sise yakalanma ihtimalini göze alamazlardı.
Cesur bir Erenion “Tanrı’yı öldürürsek herşey düzelir.” diye atıldı elini havaya savurarak. O sırada kadehini doldurmakta olan zayıf hizmetkarı neredeyse deviriyordu.
Bir Barbar “Evet.” diye bağırarak onayladı. “Daha önce de kaçtık ama buraya gelip direndiğimiz için kurtulabildik. Daha önce de savaştık, yine savaşalım. Savaşalım. Bırakın gelsinler.”
Konsey kargaşa içindeydi. Tanrı ile savaşma önerisi ilk kez sunulmuyordu. Çoğu tek çözümün bu olduğunu düşünse de hiçbiri savaşmaya istekli değildi.
“Sen delirdin mi?” diye bağırdı biri. “Cypher bir TANRI!”
“Tanrı olan Pathos, aptal! Gözünü aç!”
Soylu olmayan üyelerden biri, kendisi başka yararlı özelliklerinden çok kitap okumasıyla bilinirdi, “ Ben bu olayın arkasında başka bir Tanrı olduğundan şüpheleniyorum.” dedi.
Kral ayağa kalkıp konseye seslendi. “Kalacağız, fakat savaşmayacağız. Şövalyelere haber salın.”
2. Düş
Atlı şövalyeler halkın sevinç çığlıkları eşliğinde kalenin
kapısından içeri girdi. Kurtarıcılar, efsanenin kahramanları
gelmişti. Keskin kılıçları ve parlak zırhları ile eski
hikayelerdeki kahramanları andırıyorlardı. Onları gören
hiç kimse yenilebileceklerine inanmazdı.
Yaklaşık üç yüz şövalye Tanrı’yı aramaya koyuldu. Efsaneye göre, tanrılardan biri çok uzun zaman önce yaptığı camdan bir tapınakta yaşıyor ve tüm ihtiyaçları inananları tarafından karşılanıyordu.
Ellerinde çocuklara anlatılan hikayelerden başka ipucu olmayan şövalyeler atlarını vahşi ormanlara sürdüler. Nadiren karşılarına çıkan bir kaç kötü yaratığı öldürerek yollarına devam ettiler. Şövalyelerin her zaman avladığı bütün o kötü yaratıklar birdenbire ortadan kaybolmuş gibiydi.
Bir gece şövalyelerin üzerine ağır bir yorgunluk çöktü ve hepsi derin uykuya daldı. Düşlerinde vadinin kıyısında insanların bulunduğu bir yer gördüler. Bazıları, uykunun tesiriyle, aradıkları yere geldiklerini sandı. Yaklaştıkça, insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgunluğu ve tarifsiz kederi gördüler. Düş gören şövalyeler gerçeğe uyanmaya başlamıştı. Burası Tanrı’nın eviydi, insanlar da ona tapan inananlar değil Tanrı’nın köleleriydi. Tapınağa iyice yaklaştıklarında görmedikleri halde varlığını hissettikleri bir el görüşlerini kapattı. Böylece rüyadan uyandılar, ama sabaha dek yerlerinden ayrılmadılar.
Gördükleri rüya yüzünden tedirgin olsalar da şövalyeler hala son derece kararlıydı. Üstelik yeni bilgiler edinmişlerdi. Batıya doğru harekete geçtiler, aradıkları yerin o yönde olduğunu biliyor gibiydiler. Rüyanın etkisiyle zihinlerinde ve kalplerinde uzun zaman önce unutulmuş bir dua dillenmeye başladı.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
kapısından içeri girdi. Kurtarıcılar, efsanenin kahramanları
gelmişti. Keskin kılıçları ve parlak zırhları ile eski
hikayelerdeki kahramanları andırıyorlardı. Onları gören
hiç kimse yenilebileceklerine inanmazdı.
Yaklaşık üç yüz şövalye Tanrı’yı aramaya koyuldu. Efsaneye göre, tanrılardan biri çok uzun zaman önce yaptığı camdan bir tapınakta yaşıyor ve tüm ihtiyaçları inananları tarafından karşılanıyordu.
Ellerinde çocuklara anlatılan hikayelerden başka ipucu olmayan şövalyeler atlarını vahşi ormanlara sürdüler. Nadiren karşılarına çıkan bir kaç kötü yaratığı öldürerek yollarına devam ettiler. Şövalyelerin her zaman avladığı bütün o kötü yaratıklar birdenbire ortadan kaybolmuş gibiydi.
Bir gece şövalyelerin üzerine ağır bir yorgunluk çöktü ve hepsi derin uykuya daldı. Düşlerinde vadinin kıyısında insanların bulunduğu bir yer gördüler. Bazıları, uykunun tesiriyle, aradıkları yere geldiklerini sandı. Yaklaştıkça, insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgunluğu ve tarifsiz kederi gördüler. Düş gören şövalyeler gerçeğe uyanmaya başlamıştı. Burası Tanrı’nın eviydi, insanlar da ona tapan inananlar değil Tanrı’nın köleleriydi. Tapınağa iyice yaklaştıklarında görmedikleri halde varlığını hissettikleri bir el görüşlerini kapattı. Böylece rüyadan uyandılar, ama sabaha dek yerlerinden ayrılmadılar.
Gördükleri rüya yüzünden tedirgin olsalar da şövalyeler hala son derece kararlıydı. Üstelik yeni bilgiler edinmişlerdi. Batıya doğru harekete geçtiler, aradıkları yerin o yönde olduğunu biliyor gibiydiler. Rüyanın etkisiyle zihinlerinde ve kalplerinde uzun zaman önce unutulmuş bir dua dillenmeye başladı.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
3. Tanrı İle Yüzleşme[1]
Şövalyeler, durmaksızın, günlerce at sürdüler. Ne kendileri
ne de atları açlık ya da yorgunluk hissediyordu. Hepsi
rüya sayesindeydi. Ve dua.. Onlara güç vermişti.
O muhteşem manzara ile karşılaşıncaya dek yola devam
ettiler. Karşılarında elmas gibi parıldayan muazzam bir
tapınak duruyordu. Rüyalarında görmüş olmaları bile
onları bu göz alıcı manzaraya hazırlamamıştı.
Ancak tapınakla aralarında aşılmaz bir engel vardı. Gözle görünür bir engel değilse de atlar bir noktadan sonra ilerlemeyi reddediyordu. Atlarından inen şövalyeler bile o görünmeyen sınırın ötesine geçmeyi başaramıyordu. Sanki sınıra yaklaşınca onun ötesine geçme isteği kayboluveriyordu.
Öğlen olduğunda hala karşıya geçebilen kimse yoktu, etraflarında bazı değişiklikler beliriyordu. Onları çevreleyen ormanlar ve çimenler tıpkı bir serap gibi kayboluyordu. Toprak hızla kuruyor ve çatlıyordu. Derken, üzerinde durdukları toprak ansızın ikiye ayrıldı ve şövalyeler açılan büyük yarığın içine düştü.
Pek çoğu yaralandı, bazıları öldü. Hayatta kalanlarsa kendilerini, önceden karşılaştıkları ya da ilk kez gördükleri türlü canavarla dolu bir mağarada buldu. Ormandaki tüm kötü yaratıkların geldiği yer burasıydı.
Yaratıkların üzerinde Pathos- Cypher duruyordu.
Tanrının bir kafa işaretiyle tüm yaratıklar şövalyelere doğru saldırıya geçti. Şövalyeler ellerindeki kalkanları gövdelerine siper ederek daire oluşturdular, böylece hem düşmanı olabildiğince uzak tutacak hem de dairenin içindeki yaralı ve şifacıları koruyabileceklerdi. Şövalyeler usta savaşçılardı, ancak savaş ilerleyip sayıları azaldıkça amansız düşmanlarının saldırılarının sonu gelmeyecek gibi görünüyordu.
Şövalyelerin sayısı ellinin altına indiğinde canavarlar saldırmayı bıraktı. Pathos-Cypher yaklaşırken onlar geri çekildi. Tanrı, sonlarına kavuşmadan evvel, ölümlülerin kendisini görmesini istiyordu. Tanrı’yı ilk kez yakından gören şövalyeler onun gerçekte nasıl göründüğünü öğrendiler. Devasa cüssesine rağmen yaşlı bir adamdan biraz halliceydi. Şövalyelerin beklediği gibi gaddar bir savaşçıyı andırmıyordu.
Tanrı, “Hoş geldiniz, Şövalyeler. Yorgun olmalısınız.” diyerek onlarla alay etti.
Şövalyeler karşılık vermedi. Onun yerine, kılıç kullanmakta usta olanlar seçtikleri hedefe doğru kılıçlarını savurdu. Mistik savaşçı güçlerine sahip olan şövalyeler son bir karşı saldırı için tüm güçlerini kullandı, yaratıkların üzerine alev ve yıldırım yağdırmaya başladılar. Saldırı o kadar şiddetliydi ki Pathos-Cypher canavarların ölümünü seyretmekten başka bir şey yapamadı. İnsanlar yenilmişti belki ama, ayakta tek bir canlı yaratık bırakmamışlardı. Hala hayatta olanlar yaratıklar da kan içinde çaresizce yerde yatıyordu. Şövalyeler Pathos- Cypher’ın etrafını çevirdi.
Yalnızca fiziksel güç ve birazcık sihirle bir Tanrı’yı mağlup etmeye çalışmak düpedüz delilikti. Yine de denemeleri gerekiyordu.
ne de atları açlık ya da yorgunluk hissediyordu. Hepsi
rüya sayesindeydi. Ve dua.. Onlara güç vermişti.
O muhteşem manzara ile karşılaşıncaya dek yola devam
ettiler. Karşılarında elmas gibi parıldayan muazzam bir
tapınak duruyordu. Rüyalarında görmüş olmaları bile
onları bu göz alıcı manzaraya hazırlamamıştı.
Ancak tapınakla aralarında aşılmaz bir engel vardı. Gözle görünür bir engel değilse de atlar bir noktadan sonra ilerlemeyi reddediyordu. Atlarından inen şövalyeler bile o görünmeyen sınırın ötesine geçmeyi başaramıyordu. Sanki sınıra yaklaşınca onun ötesine geçme isteği kayboluveriyordu.
Öğlen olduğunda hala karşıya geçebilen kimse yoktu, etraflarında bazı değişiklikler beliriyordu. Onları çevreleyen ormanlar ve çimenler tıpkı bir serap gibi kayboluyordu. Toprak hızla kuruyor ve çatlıyordu. Derken, üzerinde durdukları toprak ansızın ikiye ayrıldı ve şövalyeler açılan büyük yarığın içine düştü.
Pek çoğu yaralandı, bazıları öldü. Hayatta kalanlarsa kendilerini, önceden karşılaştıkları ya da ilk kez gördükleri türlü canavarla dolu bir mağarada buldu. Ormandaki tüm kötü yaratıkların geldiği yer burasıydı.
Yaratıkların üzerinde Pathos- Cypher duruyordu.
Tanrının bir kafa işaretiyle tüm yaratıklar şövalyelere doğru saldırıya geçti. Şövalyeler ellerindeki kalkanları gövdelerine siper ederek daire oluşturdular, böylece hem düşmanı olabildiğince uzak tutacak hem de dairenin içindeki yaralı ve şifacıları koruyabileceklerdi. Şövalyeler usta savaşçılardı, ancak savaş ilerleyip sayıları azaldıkça amansız düşmanlarının saldırılarının sonu gelmeyecek gibi görünüyordu.
Şövalyelerin sayısı ellinin altına indiğinde canavarlar saldırmayı bıraktı. Pathos-Cypher yaklaşırken onlar geri çekildi. Tanrı, sonlarına kavuşmadan evvel, ölümlülerin kendisini görmesini istiyordu. Tanrı’yı ilk kez yakından gören şövalyeler onun gerçekte nasıl göründüğünü öğrendiler. Devasa cüssesine rağmen yaşlı bir adamdan biraz halliceydi. Şövalyelerin beklediği gibi gaddar bir savaşçıyı andırmıyordu.
Tanrı, “Hoş geldiniz, Şövalyeler. Yorgun olmalısınız.” diyerek onlarla alay etti.
Şövalyeler karşılık vermedi. Onun yerine, kılıç kullanmakta usta olanlar seçtikleri hedefe doğru kılıçlarını savurdu. Mistik savaşçı güçlerine sahip olan şövalyeler son bir karşı saldırı için tüm güçlerini kullandı, yaratıkların üzerine alev ve yıldırım yağdırmaya başladılar. Saldırı o kadar şiddetliydi ki Pathos-Cypher canavarların ölümünü seyretmekten başka bir şey yapamadı. İnsanlar yenilmişti belki ama, ayakta tek bir canlı yaratık bırakmamışlardı. Hala hayatta olanlar yaratıklar da kan içinde çaresizce yerde yatıyordu. Şövalyeler Pathos- Cypher’ın etrafını çevirdi.
Yalnızca fiziksel güç ve birazcık sihirle bir Tanrı’yı mağlup etmeye çalışmak düpedüz delilikti. Yine de denemeleri gerekiyordu.
4. Tanrı İle Yüzleşme[2]
Pathos-Cypher kendisinin şövalyelerin kılıcından ve büyülerinden
daha güçlü olduğunu biliyor ve korkmuyordu.
Elinin bir hareketi ile öldürülen şövalyelerin cesetleri
canlandı ve bir zamanlar kardeşi oldukları savaşçıların
üzerine saldırdı. İlk zombi kılıcını kavradığında
hayatta olan Şövalyelerin zihninde bir dua canlandı.
Yeniden, rüyada öğrendikleri duayı okumaya başladılar.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Öldürülen kardeşleri birer birer canlanıyor ve onlara karşı silahlanıyordu. Şövalyeler, hayatlarında ilk kez hem böylesine korkuyor hem de böylesine umut besliyordu. Dua etmeyi sürdürdüler.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Ağızlarından dökülen sözcükler mağara duvarlarında yankılanıyordu.
Seninle yeniden bir olduk biz
Artık duyabilirsin sesimizi,
Dualarımıza kulak ver.
Dualara kulak asmayan Pathos-Cypher daha şiddetli saldırdı, şövalyeler hala direniyordu.
Sona yaklaşmaktayken,
Ezele kavuşmayı arzuluyoruz,
Bizi evimize kabul et.
Gökyüzünde yıldırım gibi bir ışık belirdi. Yaratıcı Logos kutsal yayını çıkardı ve kurtuluş için edilen dualardan aldığı yaşam enerjisi ile dolu sihirli okunu fırlattı. Ok, inançsız Pathos- Cypher’ın kötü kalbinden saplandı.
Pathos- Cypher son nefesini verirken Şövalyeleri lanetledi. “Bana eziyet eden herkes benim siyah kanımla lanetlensin!”
Logos’un korumadığı gözleri kör edecek bir parlaklıkla Pathos- Cypher ışığa karıştı ve mistik boşluğa gönderildi.
Sevgi dolu iki ses duyuldu sonra. “Çok uzun zamandır size kavuşmak, size dönmek için yol alıyorduk. Eve hoş geldiniz.”
Bazı şövalyelerin dudaklarından şu isim döküldü: “Logos.”
İçlerinden bazıları farklı bir ismi mırıldandı. “Akara.”
daha güçlü olduğunu biliyor ve korkmuyordu.
Elinin bir hareketi ile öldürülen şövalyelerin cesetleri
canlandı ve bir zamanlar kardeşi oldukları savaşçıların
üzerine saldırdı. İlk zombi kılıcını kavradığında
hayatta olan Şövalyelerin zihninde bir dua canlandı.
Yeniden, rüyada öğrendikleri duayı okumaya başladılar.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Öldürülen kardeşleri birer birer canlanıyor ve onlara karşı silahlanıyordu. Şövalyeler, hayatlarında ilk kez hem böylesine korkuyor hem de böylesine umut besliyordu. Dua etmeyi sürdürdüler.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
Ağızlarından dökülen sözcükler mağara duvarlarında yankılanıyordu.
Seninle yeniden bir olduk biz
Artık duyabilirsin sesimizi,
Dualarımıza kulak ver.
Dualara kulak asmayan Pathos-Cypher daha şiddetli saldırdı, şövalyeler hala direniyordu.
Sona yaklaşmaktayken,
Ezele kavuşmayı arzuluyoruz,
Bizi evimize kabul et.
Gökyüzünde yıldırım gibi bir ışık belirdi. Yaratıcı Logos kutsal yayını çıkardı ve kurtuluş için edilen dualardan aldığı yaşam enerjisi ile dolu sihirli okunu fırlattı. Ok, inançsız Pathos- Cypher’ın kötü kalbinden saplandı.
Pathos- Cypher son nefesini verirken Şövalyeleri lanetledi. “Bana eziyet eden herkes benim siyah kanımla lanetlensin!”
Logos’un korumadığı gözleri kör edecek bir parlaklıkla Pathos- Cypher ışığa karıştı ve mistik boşluğa gönderildi.
Sevgi dolu iki ses duyuldu sonra. “Çok uzun zamandır size kavuşmak, size dönmek için yol alıyorduk. Eve hoş geldiniz.”
Bazı şövalyelerin dudaklarından şu isim döküldü: “Logos.”
İçlerinden bazıları farklı bir ismi mırıldandı. “Akara.”
5. Tuarekler ve Gerçekler
Pathos- Cypher’ın ölümü ile kızıl yağmur dindi, yeşil
sis dağıldı. Zafer kazanan şövalyeler El Morad’ı
kutlama yaparken bulmak umuduyla evlerine döndüler.
Yedi yıl süren savaş nihayet onların zaferi ile noktalanmıştı.
Ulu şövalyelerin hikayeleri insanlar arasında çabucak
yayılmıştı. Logos ve Akara adına tapınaklar inşa edildi.
Alimler bu iki Tanrı’yı neyin biraraya getirdiğini tartışıyordu.
Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan ne olmuştu?
İnsanlık yeniden gelişmeye başladı ve herkes Pathos- Cypher’ın korkunç lanetini unuttu.
Artık barış sağlanmıştı, insanlar şehirlerden ayrılmaya başlamıştı. Başlarda, bir zamanlar onları koruyan duvarların ve siperlerin yakınında küçük çiftlikler kuruldu. Ardından ekilen alanlar genişlemeye, çeşit çeşit mahsuller yetiştirilmeye başlandı. Çiftçilere destek olmak için köyler kuruldu. Nüfus bu yerleşim birimlerine doğru yayıldı ve medeni dünya hızla büyüdü.
Ancak, El Morad topraklarında barış uzun sürmeyecekti.
Yeni bir hayata başlayan şövalyeler çocuk sahibi de oldular.. bu çocuklar Pathos- Cypher’ın lanetli siyah kanını taşıyordu.
Siyah kandaki kötülük insanları hastalanmasına yol açtı ve krallıkta salgın hastalık baş gösterdi. Salgının sebebini öğrenen insanlar öfkeden deliye döndü. Etrafa korku salan bu çirkin çocuklardan bazıları ormana terk edildi, bazıları insanlardan saklanmak için şehrin karanlık, ıslak lağım borularına sığındı. Bu lanetli çocuklara Tuarekler adı verildi.
El Morad rahipleri, Tuarek’lerin kötü olduğuna inanarak onları esir aldı. Şövalyelerin çocukları, ailelerinin kurtardığı şehirde, El Morad’da birer esir olarak yaşıyordu.
Kısa bir süre sonra, Tuareklerden biri cesaret gösterip diğerlerine öncülük etmeye başladı. Sürekli korku ve utanç içinde yaşamak zorunda olmayacakları bir yerde toplanmaları için mücadele ediyordu. Tuareklere savaşmayı ve vahşi doğada nasıl hayatta kalacaklarını öğretti. Tuareklerin ruhani lideri olan bu kahramanın adı Zignon’du. Zignon önderliğindeki Tuarekler kuzeye doğru yol koyuldu. Yol boyunca, Pathos’un hala hayatta olan hizmetkarları ve onları takip eden El Morad askerleri ile savaşmak zorunda kaldılar.
Çoğu zaman açlıkla ve soğuk hava şartları ile mücadele ederek kuzeye doğru giden Zignon’u takip ettiler. Dünyanın sonu olduğu söylenen Eslant dağlarını aştılar. Dağlardaki buzlu platoda Luferson Kalesi bulunuyordu. Burası Pathos’un yıkıma başladığı yerdi ve El Morad askerlerinden korunmak için uygundu, bu nedenle Zignon, Luferson Kalesi etrafına bir krallık kurdu. Krallığa, Karus ulusu adını verdi. Zorlu iklim koşullarına uyum sağlayamayan pek çok Tuarek burada hayatını kaybetti, hayatta kalanlar kendilerini böyle sefil bir yere getirdiği için Zignon’a öfke duyuyordu.
Zignon, Tuarekleri kurtarması için Logos’a yalvardı, ancak Logos ona yanıt vermedi. Çünkü değişim geçiren bu yaratıkları Logos yaratmamıştı, o sadece insanları yaratmıştı. İnsanların çocukları ve kahraman şövalyelerin torunları oldukları halde Tuarekler gözden çıkarılmış ve yüz üstü bırakılmışlardı.
Zignon’un dualarına cevap veren bir Tanrı oldu. İsmini söylemedi, gülümsemekle yetindi ve Zignon’a şöyle dedi, “Sonunda hayallerim gerçek oldu, artık benim de kendi çocuklarım var.”
Gizemli Tanrıça’nın desteğini alan Zignon, El Morad’ı devirmek, kendisinin ve arkadaşlarının katlanmak zorunda kaldığı aşağılanmayı ve baskıyı onlara da yaşatmak için intikam yemini etti.
Sonsuz Savaş böylece başlamış oldu.
sis dağıldı. Zafer kazanan şövalyeler El Morad’ı
kutlama yaparken bulmak umuduyla evlerine döndüler.
Yedi yıl süren savaş nihayet onların zaferi ile noktalanmıştı.
Ulu şövalyelerin hikayeleri insanlar arasında çabucak
yayılmıştı. Logos ve Akara adına tapınaklar inşa edildi.
Alimler bu iki Tanrı’yı neyin biraraya getirdiğini tartışıyordu.
Bu birliğin gerçekleşmesini sağlayan ne olmuştu?
İnsanlık yeniden gelişmeye başladı ve herkes Pathos- Cypher’ın korkunç lanetini unuttu.
Artık barış sağlanmıştı, insanlar şehirlerden ayrılmaya başlamıştı. Başlarda, bir zamanlar onları koruyan duvarların ve siperlerin yakınında küçük çiftlikler kuruldu. Ardından ekilen alanlar genişlemeye, çeşit çeşit mahsuller yetiştirilmeye başlandı. Çiftçilere destek olmak için köyler kuruldu. Nüfus bu yerleşim birimlerine doğru yayıldı ve medeni dünya hızla büyüdü.
Ancak, El Morad topraklarında barış uzun sürmeyecekti.
Yeni bir hayata başlayan şövalyeler çocuk sahibi de oldular.. bu çocuklar Pathos- Cypher’ın lanetli siyah kanını taşıyordu.
Siyah kandaki kötülük insanları hastalanmasına yol açtı ve krallıkta salgın hastalık baş gösterdi. Salgının sebebini öğrenen insanlar öfkeden deliye döndü. Etrafa korku salan bu çirkin çocuklardan bazıları ormana terk edildi, bazıları insanlardan saklanmak için şehrin karanlık, ıslak lağım borularına sığındı. Bu lanetli çocuklara Tuarekler adı verildi.
El Morad rahipleri, Tuarek’lerin kötü olduğuna inanarak onları esir aldı. Şövalyelerin çocukları, ailelerinin kurtardığı şehirde, El Morad’da birer esir olarak yaşıyordu.
Kısa bir süre sonra, Tuareklerden biri cesaret gösterip diğerlerine öncülük etmeye başladı. Sürekli korku ve utanç içinde yaşamak zorunda olmayacakları bir yerde toplanmaları için mücadele ediyordu. Tuareklere savaşmayı ve vahşi doğada nasıl hayatta kalacaklarını öğretti. Tuareklerin ruhani lideri olan bu kahramanın adı Zignon’du. Zignon önderliğindeki Tuarekler kuzeye doğru yol koyuldu. Yol boyunca, Pathos’un hala hayatta olan hizmetkarları ve onları takip eden El Morad askerleri ile savaşmak zorunda kaldılar.
Çoğu zaman açlıkla ve soğuk hava şartları ile mücadele ederek kuzeye doğru giden Zignon’u takip ettiler. Dünyanın sonu olduğu söylenen Eslant dağlarını aştılar. Dağlardaki buzlu platoda Luferson Kalesi bulunuyordu. Burası Pathos’un yıkıma başladığı yerdi ve El Morad askerlerinden korunmak için uygundu, bu nedenle Zignon, Luferson Kalesi etrafına bir krallık kurdu. Krallığa, Karus ulusu adını verdi. Zorlu iklim koşullarına uyum sağlayamayan pek çok Tuarek burada hayatını kaybetti, hayatta kalanlar kendilerini böyle sefil bir yere getirdiği için Zignon’a öfke duyuyordu.
Zignon, Tuarekleri kurtarması için Logos’a yalvardı, ancak Logos ona yanıt vermedi. Çünkü değişim geçiren bu yaratıkları Logos yaratmamıştı, o sadece insanları yaratmıştı. İnsanların çocukları ve kahraman şövalyelerin torunları oldukları halde Tuarekler gözden çıkarılmış ve yüz üstü bırakılmışlardı.
Zignon’un dualarına cevap veren bir Tanrı oldu. İsmini söylemedi, gülümsemekle yetindi ve Zignon’a şöyle dedi, “Sonunda hayallerim gerçek oldu, artık benim de kendi çocuklarım var.”
Gizemli Tanrıça’nın desteğini alan Zignon, El Morad’ı devirmek, kendisinin ve arkadaşlarının katlanmak zorunda kaldığı aşağılanmayı ve baskıyı onlara da yaşatmak için intikam yemini etti.
Sonsuz Savaş böylece başlamış oldu.
Bölüm - 3
1. Ronark
Karus ve El Morad arasında süren sonsuz savaşlarda
birçok kahraman cesurca savaşarak öldü fakat hiçbiri
Ronark’ın cesareti ve gücüne asla sahip olamadı.
El Morad’ın en güçlü büyüleriyle donatılmış bu korkusuz
kahraman, savaşlara her zaman en önde atılarak
“Logos İçin!” diye haykırmasıyla tanınırdı. Ronark, karşısında
durmaya çalışan tüm ahmaklara eşsiz büyülerinden tattırıp, onları
bir daha dönmemecesine yok edebiliyordu.
Fakat en güçlü kahramanlar bile ölümlü vücutlarıyla bazen
kaybetmeye mahkumdur.
Bu korkusuz kahramanın sonu olduğuna inanılan topraklar onun anısına “Ronark Toprakları” olarak adlandırılmıştı. Ancak herkesin bildiğinin aksine aslında Ronark yok olmamıştı! Tanrı Akara, Ronark karşısında çaresiz kalan Tuarek’leri izledikçe hiddetlenmiş ve Ronark’ı savaş sahnesinden kaçırarak sihirli bir küreye hapsetmişti. Ronark çaresizce tanrısı Logos’tan yardım dileyip durdu fakat haykırışları sanki sağır kulaklara gidiyordu. Her ne kadar Tanrısı O’nu terketmiş gibi gözüksede, Ronark’ın yüreğinde Logos için sakladığı inanç asla kaybolamazdı. En sonunda, bir gün Logos Ronark’ın rüyasında bir siluet olarak belirdi ve Ronark’ı içinde hapis tutulduğu sihirli küreden kurtulabilmesi için gereken büyüyle besledi. Aradan geçen uzun zamandan sonra, Ronark en sonunda sihirli kürenin tüm enerjisini içine çekebilmiş ve Akara’nın zulmunden kendini kurtarabilmişti. İçinde bir Tanrı tarafından bahşedilmiş en güçlü büyüyü barındıran Ronark artık bir ölümlü vücudundan sıyrılmış ve kendini yepyeni bir Tanrı olarak bulmuştu.
Bugün, Ronark Topraklarında sonsuz savaş tekrar canlanıyor. El Morad ve Karus ırklarını birşey sanki tetikliyor. Dökülen kanların üzerinde eşsiz şekilde yankılanan bir ses, herkesin kulaklarında şu sözlerle çınlıyor:
“Hazır ol Akara! Senin hilelerin beni savaşımdan kopardı ve senin büyün bugün beni bir Tanrı yaptı! Carnac, şovalyerin artık yeni bir Tanrısı var! Bugün herkes yerini almak ve savaşmak zorunda!”
birçok kahraman cesurca savaşarak öldü fakat hiçbiri
Ronark’ın cesareti ve gücüne asla sahip olamadı.
El Morad’ın en güçlü büyüleriyle donatılmış bu korkusuz
kahraman, savaşlara her zaman en önde atılarak
“Logos İçin!” diye haykırmasıyla tanınırdı. Ronark, karşısında
durmaya çalışan tüm ahmaklara eşsiz büyülerinden tattırıp, onları
bir daha dönmemecesine yok edebiliyordu.
Fakat en güçlü kahramanlar bile ölümlü vücutlarıyla bazen
kaybetmeye mahkumdur.
Bu korkusuz kahramanın sonu olduğuna inanılan topraklar onun anısına “Ronark Toprakları” olarak adlandırılmıştı. Ancak herkesin bildiğinin aksine aslında Ronark yok olmamıştı! Tanrı Akara, Ronark karşısında çaresiz kalan Tuarek’leri izledikçe hiddetlenmiş ve Ronark’ı savaş sahnesinden kaçırarak sihirli bir küreye hapsetmişti. Ronark çaresizce tanrısı Logos’tan yardım dileyip durdu fakat haykırışları sanki sağır kulaklara gidiyordu. Her ne kadar Tanrısı O’nu terketmiş gibi gözüksede, Ronark’ın yüreğinde Logos için sakladığı inanç asla kaybolamazdı. En sonunda, bir gün Logos Ronark’ın rüyasında bir siluet olarak belirdi ve Ronark’ı içinde hapis tutulduğu sihirli küreden kurtulabilmesi için gereken büyüyle besledi. Aradan geçen uzun zamandan sonra, Ronark en sonunda sihirli kürenin tüm enerjisini içine çekebilmiş ve Akara’nın zulmunden kendini kurtarabilmişti. İçinde bir Tanrı tarafından bahşedilmiş en güçlü büyüyü barındıran Ronark artık bir ölümlü vücudundan sıyrılmış ve kendini yepyeni bir Tanrı olarak bulmuştu.
Bugün, Ronark Topraklarında sonsuz savaş tekrar canlanıyor. El Morad ve Karus ırklarını birşey sanki tetikliyor. Dökülen kanların üzerinde eşsiz şekilde yankılanan bir ses, herkesin kulaklarında şu sözlerle çınlıyor:
“Hazır ol Akara! Senin hilelerin beni savaşımdan kopardı ve senin büyün bugün beni bir Tanrı yaptı! Carnac, şovalyerin artık yeni bir Tanrısı var! Bugün herkes yerini almak ve savaşmak zorunda!”
2. Girakon : Bir Karus Kahramanının Doğuşu
Ronark’ın dönüşümü ona ölümsüzlük verdi, fakat
onu çok güçlü yapmadı. En güçlü Karus şampiyonları
bir kerede hepsini öldürebilirdi, fakat bu sefer bir
orduya karşı gelemedi. Taktik ve disiplinli çalışmayla,
Karus, Ronark’ı yenmeyi başardı, fakat herseferinde
bu kahramanın içindeki ölümsüzlük enerjisi
tekrardan dirilmesini sağlamaktaydı. Her diriliş bir
işkenceydi ve Ronark bu amansız acılara dayanmaya
çalırken bir yandanda Logos’a olan öfkesi büyüdü.
Hatta Cypher ve Pathos’un yoketme gücüne sahip olmayı bile arzuladı.
Ronark Cypher ve Pathos’un yokedilmesinden sonra bu korkunç gücten arda kalanlardan yararlanabilmek için gizemli bir araştırmanın içene girdi. Gecelerce ve haftalarca araştırdı, ama arışı başarısızlıkla sonuçlandı. Sonra, bir gece, günışıgı tam doğmak üzere iken, aradığını buldu. Aslında düşündüğü gibi ulaşılması zor biyerde değil aksine ElMorad ordusunun herzaman savaştığı vadideydi. Ronark, büyük bir zevkle kükredi. Uzun zamandır ulaşmaya çalıştığı ve Karusu yokedecek bu güce artık sahipti. Bugün sonun başlangıcıydı.
Güneş dağların arasından kendini gösterirken, Ronark savaş alanına doğru ilerlemekteydi. Karus ordusunu kışkırtmak için bağırıyor ve onları nasıl ezip, öldüreceğini ve ailelerine nasıl işkece çektireceğini haykırıyordu. Öfkesi dahada büyümüştü. Karus, Ronark’ı öldürmek için tekrardan hazırdı. Ona yaklaşırlerken, Ronark halkına döndü ve beklemelerini emretti. Dünyanın tanıklık ettiği bu büyük savaşa sahit olacaklardı.
Ronark birkez daha öldürüldü.
Dirilme acısı geçen seferkinden çok daha fazla artmıştı. Daha sonraki araştırmaarında Ronark aslında Cypher ve Pathos’un gücünden sadece çok küçük bir parça alabildiğini farketti. Hemen kendini toparladı ve Carnac dünyasına yayılmış bu gücün hepsini bulmak için araştırmaya girişti. Bütün güç bir ışık gibi bitkiler tarafından emilmiş ve bu bitkiler çeşitli canavarlar tarafından yenilmişti. Ronark, bu canavarların sadece yakalanmasının birşeyi değiştirmeyeceğini anladı. Hepsi öldürülmeliydi. Hemen adamlarına bu katliyamı başlatmaları için emir verdi. Adamlarının bu yardımıyla bu güce kavucağını biliyordu.
Ronark’ın bu büyüyen gücünü farkeden Logos ve Akara, onu yenebilmek için yeni bir güc arayışı içine girdiler. Savaşlarda şu ana kadar hiç yenilmemiş genç bir savaşçı olan Girakon’u buldular. Ardream savaşlarında düşmanı karşısında yırtıcı ordusunun kontrolunu her zaman çok iyi kullanan ve ulaşılması zor bir güce sahipti.
Girakon’un annesi ElMorad topraklarına gelen ilk Pury Tuareklerden biriydi. Herzaman ailesinin ve kendisinin herzaman bu yokoluşun kıyısında olduğunu bilerek yaşamıştı. Girakon halkını herzaman ElMorad’ın zorbalığından ve haksızlığından koruyacağına söz vermişti. Bu üstlerindeki laneti yoketmek için, ElMorad’ı yenerek zafere ulaşmak istiyolardı. Girakon aslında barıştan yanaydı, fakat bu Sharine Raids’ten önceydi. Annesi, yüzlerce kişi ile birlikte, zalimce öldürülmüştü. Girakon için artık intikam almanın zamanı gelmişti.
Ronark’la karşılaşmak için, Akara Girakon’a ölümsüzlük verdi ve Logos’da kendi gücünü verdi. Girakon’a, Cypher ve Pathos’un gücünden arda kalanları bulması için emir verdiler. Bütün Karus’a, Girakon’un bu gücü emebilmesi için, canavaları öldürmesini emrettiler. Gücü çok hızlı artıyordu ve bu arayış sırasında hiç durmadan çalıştı.
Heriki ElMorad ve Karus halkıda kimin tanrısı bu güçten daha çok toplayabilirse, savaşın kaderini o belirleyecek olduğunu biliyorlardı.
Bu sonsuz savaş şiddetli ve intikam için yapılacak bir savaş olacak ise, ayakta durabilmek için büyük kuvvete ihtiyaç vardı. Kaybeden tamamen yokolacaktı.
onu çok güçlü yapmadı. En güçlü Karus şampiyonları
bir kerede hepsini öldürebilirdi, fakat bu sefer bir
orduya karşı gelemedi. Taktik ve disiplinli çalışmayla,
Karus, Ronark’ı yenmeyi başardı, fakat herseferinde
bu kahramanın içindeki ölümsüzlük enerjisi
tekrardan dirilmesini sağlamaktaydı. Her diriliş bir
işkenceydi ve Ronark bu amansız acılara dayanmaya
çalırken bir yandanda Logos’a olan öfkesi büyüdü.
Hatta Cypher ve Pathos’un yoketme gücüne sahip olmayı bile arzuladı.
Ronark Cypher ve Pathos’un yokedilmesinden sonra bu korkunç gücten arda kalanlardan yararlanabilmek için gizemli bir araştırmanın içene girdi. Gecelerce ve haftalarca araştırdı, ama arışı başarısızlıkla sonuçlandı. Sonra, bir gece, günışıgı tam doğmak üzere iken, aradığını buldu. Aslında düşündüğü gibi ulaşılması zor biyerde değil aksine ElMorad ordusunun herzaman savaştığı vadideydi. Ronark, büyük bir zevkle kükredi. Uzun zamandır ulaşmaya çalıştığı ve Karusu yokedecek bu güce artık sahipti. Bugün sonun başlangıcıydı.
Güneş dağların arasından kendini gösterirken, Ronark savaş alanına doğru ilerlemekteydi. Karus ordusunu kışkırtmak için bağırıyor ve onları nasıl ezip, öldüreceğini ve ailelerine nasıl işkece çektireceğini haykırıyordu. Öfkesi dahada büyümüştü. Karus, Ronark’ı öldürmek için tekrardan hazırdı. Ona yaklaşırlerken, Ronark halkına döndü ve beklemelerini emretti. Dünyanın tanıklık ettiği bu büyük savaşa sahit olacaklardı.
Ronark birkez daha öldürüldü.
Dirilme acısı geçen seferkinden çok daha fazla artmıştı. Daha sonraki araştırmaarında Ronark aslında Cypher ve Pathos’un gücünden sadece çok küçük bir parça alabildiğini farketti. Hemen kendini toparladı ve Carnac dünyasına yayılmış bu gücün hepsini bulmak için araştırmaya girişti. Bütün güç bir ışık gibi bitkiler tarafından emilmiş ve bu bitkiler çeşitli canavarlar tarafından yenilmişti. Ronark, bu canavarların sadece yakalanmasının birşeyi değiştirmeyeceğini anladı. Hepsi öldürülmeliydi. Hemen adamlarına bu katliyamı başlatmaları için emir verdi. Adamlarının bu yardımıyla bu güce kavucağını biliyordu.
Ronark’ın bu büyüyen gücünü farkeden Logos ve Akara, onu yenebilmek için yeni bir güc arayışı içine girdiler. Savaşlarda şu ana kadar hiç yenilmemiş genç bir savaşçı olan Girakon’u buldular. Ardream savaşlarında düşmanı karşısında yırtıcı ordusunun kontrolunu her zaman çok iyi kullanan ve ulaşılması zor bir güce sahipti.
Girakon’un annesi ElMorad topraklarına gelen ilk Pury Tuareklerden biriydi. Herzaman ailesinin ve kendisinin herzaman bu yokoluşun kıyısında olduğunu bilerek yaşamıştı. Girakon halkını herzaman ElMorad’ın zorbalığından ve haksızlığından koruyacağına söz vermişti. Bu üstlerindeki laneti yoketmek için, ElMorad’ı yenerek zafere ulaşmak istiyolardı. Girakon aslında barıştan yanaydı, fakat bu Sharine Raids’ten önceydi. Annesi, yüzlerce kişi ile birlikte, zalimce öldürülmüştü. Girakon için artık intikam almanın zamanı gelmişti.
Ronark’la karşılaşmak için, Akara Girakon’a ölümsüzlük verdi ve Logos’da kendi gücünü verdi. Girakon’a, Cypher ve Pathos’un gücünden arda kalanları bulması için emir verdiler. Bütün Karus’a, Girakon’un bu gücü emebilmesi için, canavaları öldürmesini emrettiler. Gücü çok hızlı artıyordu ve bu arayış sırasında hiç durmadan çalıştı.
Heriki ElMorad ve Karus halkıda kimin tanrısı bu güçten daha çok toplayabilirse, savaşın kaderini o belirleyecek olduğunu biliyorlardı.
Bu sonsuz savaş şiddetli ve intikam için yapılacak bir savaş olacak ise, ayakta durabilmek için büyük kuvvete ihtiyaç vardı. Kaybeden tamamen yokolacaktı.
3. Maradon : Diriliş
Güneş dağların arasından kendini gösterirken, Ronark
savaş alanına doğru ilerlemekteydi. Karus ordusunu
kışkırtmak için bağırıyor ve onları nasıl ezip,
öldüreceğini ve ailelerine nasıl işkece çektireceğini
haykırıyordu. Öfkesi dahada büyümüştü. Karus,
Ronark’ı öldürmek için tekrardan hazırdı. Ona
yaklaşırlerken, Ronark halkına döndü ve
beklemelerini emretti. Dünyanın tanıklık
ettiği bu büyük savaşa sahit olacaklardı.
Her yetkin şovalye Pathos ve Cypher'in mahiyetinin kalıntılarını takip ederek katlettikleri yaratıklarla, hem Girakon hem de Ronark'ın hızla büyümesine yol açtı. Yine de bazıları kahramanların nasıl bu kadar güçlendiği konusunda kaygılıydı. Her kazançla Ronark başka hiçbir şeyi umursamadan, çılgınca büyüdü. Girakon, kendinden beklenmeyecek bir şekilde, kendi savaşçılarına karşı nedensiz saldırgan bir tavır sergiledi. Arka odalarda ve karanlık köşelerde kahramanların elde ettiği güçlerle ilgili çarpık ve yanlış birşeyler olduğu fısıldanıyordu.
Ve sonunda Pathos ve Cypher'in son güçleride tükenmek uzereydi. Girakon ve Ronark birbirlerinden güç çalamayacak kadar eşit derecede üstün savaşçılardı. İkisi de kendilerinin ve halklarının kaderlerini belirleyecek olan son bir savaş öngörüyorlardı. Amansız bir kararlılıkla iki taraf da Moradon'a uçuştan sonraki en belirleyici olay olacağını bildikleri savaş için planlarını yaptılar.
Haftalarca El Morad ve Karus orduları savaştı. İki ordu da Lunar vadisinin karşıt taraflarında toplanana kadar, Adream ve Ronark toprakları korkunç savaşlara ve iki tarafın birbirine karşı biriken nefretine şahit oldu. Hücuma geçtiklerinde attıkları naralar cennetten onları izlemekte olan Akara ve Logos'a bile ulaştı.
Mücadelenin en can alıcı noktasında Ronark ve Girakon buluştular. İkisi de birbirini yakmak ve dondurmak üzere cehennem güçlerini topladılar, fakat bu gibi şeyler onları yok etmek için çok yetersizdi. Daha sonraki dakikalar ise yeri sarsıcı patlamaların, buz ve ateşten meydana gelmiş ruhani yaratıkların korkunç feryatlarından oluşan bir bulanıklıktı. Savaş ikisinin düellosunu merkez almaya başladı ve şiddetli bir girdapın içinde yavaşca devinen bir mücadeleye dönüştü.
Daha sonra Ronark kritik darbesini savurdu. Girakon tökezledi ve bu anlık açık onun çöküşü oldu. Ronark, Girakon'un sahip olduğu bütün gücün salınmasına neden olan bitirici vuruşu yaptı. Ronark bu gücü kendine katarken üzerine bir degişiklik geldi. Karardı. Pathos ve Cyper'in kaybolmuş güçleri yeniden birleşti ve Ronark'ın bedeninde yeniden bilinç kazandı. Pathos-Cypher mevcudiyeti yeniden bir bütün olmuştu.
Birden Pathos'un mesajcıları Ronark'ın çevresini sardı. "Sonunda seni bulduk efendimiz. Seni çok uzun zamandır arıyorduk. Emrin üzerine anti-enerjiyi bir araya getirdik. Moradon'daki Crystal'da senin talep etmeni bekliyor." Pathos'un yardakçıları eski efendilerinin ruhu tarafından çekilmişlerdi.
Ronark bütün Adonis'in üzerinden duyulabilecek bir sesle seslendi, "Beni dinleyin, Carnac halkı! Bugün kendi haklı gücümü talep edeceğim. Moradon'a!"
Vardığında Ronark doğruca şehrin ortasındaki dev kristale doğru yürüdü. İçinde bulunan enerjiyi kendine katmak için kullanan sihiri başlattığında mesajcılar belirdi. Onu durdurma girişimiyle, şovalyeler hattı kırıp Ronark'ı öldürmeyi umarak mesajcılara saldırdılar ama hiç sanşları yoktu.
Devam eden kaosun ortasında Akara'nın soğuk sesi yankılandı, "Halkımı yok etmene izin vermeyeceğim. Bugün seni sonsuza kadar tutsak ediyorum!" Ve dünya ateşe dönüştü.
çok sayıdaki volkanik taşlar Carnac'ın eski çekirdeğinden patladı ve hepsi Ronark'ın tepesine düştü. Hepsinin toplam gücü onun bile karşı koyması için çok fazlaydı ve Ronark ezici ağırlığın altında gözden kayboldu. Onu yanan sayısız tabakanın içinden yüzeyin aşağısındaki derinliklerine doğru sürüklediler.
Kısa süre sonra Akara, Ronark'ı hapsedicek olan canlı toprağı döktü. Fakat aceleyle volkanik taşların da takip etmesini emretmeyi ihmal etti. Başlarında yönlendirecek kimse olmadığından dolayı Moradon şehrinin etrafına yayıldılar.
Korkuyla, Logos olayları kayıtsız bir şekilde izledi. Bütün bunların sebebinin Akara ile yapmış oldugu planlar olduğunu hatırlayarak kendini suçladı. Tekrardan yarattıkları yokoluyor ve Moradon'un yıkılması da bunun kanıtı oluyordu. Pişmanlığı onu gizemli boşluklara geri adım atması için zorlamaktaydı, fakat suçluluk duygusu onu önce Moradonu tekrardan yaratmaya zorluyordu.
Herşey tekrardan inşa edildi, çiçekler yeşerdi, yaratıklar yeni yerlerini aldı. Yeni şehir dünyanın derinliklerinde, en saf minerallerin kullanıldığı işçilikle örülmüş duvarlar ve kalelerle gökyüzüne yükseldi. Carnac'ın en iyi kahramanları için büyük sokaklar geniş avlulara açıldı. Yeni ticaret oluşumunu incelemesi için Logos Kaishan'ı görevlendirdi ve onun liderliğinde Moradon zenginleşti.
Akara birkaç gün sonra geri döndüğünde çok öfkelendi ve Logos'un yaptığı bütün herşeyi ele geçirdi. Görünüşe göre Logos onun halkının sadakatini çalmıştı. Bu planları bozmak için, Akara saf yaşam gücünü Delos kalesindeki Merkez Yapıya katarak bütün şovalyelere karşı konulamaz bir güç sağladı. Ayrıca, kaleyi kontrol etmek için dövüşleri ödüllendirmeye başladı. Bir şovalyenin şöhreti artık Delosta büyüyebilirdi.
savaş alanına doğru ilerlemekteydi. Karus ordusunu
kışkırtmak için bağırıyor ve onları nasıl ezip,
öldüreceğini ve ailelerine nasıl işkece çektireceğini
haykırıyordu. Öfkesi dahada büyümüştü. Karus,
Ronark’ı öldürmek için tekrardan hazırdı. Ona
yaklaşırlerken, Ronark halkına döndü ve
beklemelerini emretti. Dünyanın tanıklık
ettiği bu büyük savaşa sahit olacaklardı.
Her yetkin şovalye Pathos ve Cypher'in mahiyetinin kalıntılarını takip ederek katlettikleri yaratıklarla, hem Girakon hem de Ronark'ın hızla büyümesine yol açtı. Yine de bazıları kahramanların nasıl bu kadar güçlendiği konusunda kaygılıydı. Her kazançla Ronark başka hiçbir şeyi umursamadan, çılgınca büyüdü. Girakon, kendinden beklenmeyecek bir şekilde, kendi savaşçılarına karşı nedensiz saldırgan bir tavır sergiledi. Arka odalarda ve karanlık köşelerde kahramanların elde ettiği güçlerle ilgili çarpık ve yanlış birşeyler olduğu fısıldanıyordu.
Ve sonunda Pathos ve Cypher'in son güçleride tükenmek uzereydi. Girakon ve Ronark birbirlerinden güç çalamayacak kadar eşit derecede üstün savaşçılardı. İkisi de kendilerinin ve halklarının kaderlerini belirleyecek olan son bir savaş öngörüyorlardı. Amansız bir kararlılıkla iki taraf da Moradon'a uçuştan sonraki en belirleyici olay olacağını bildikleri savaş için planlarını yaptılar.
Haftalarca El Morad ve Karus orduları savaştı. İki ordu da Lunar vadisinin karşıt taraflarında toplanana kadar, Adream ve Ronark toprakları korkunç savaşlara ve iki tarafın birbirine karşı biriken nefretine şahit oldu. Hücuma geçtiklerinde attıkları naralar cennetten onları izlemekte olan Akara ve Logos'a bile ulaştı.
Mücadelenin en can alıcı noktasında Ronark ve Girakon buluştular. İkisi de birbirini yakmak ve dondurmak üzere cehennem güçlerini topladılar, fakat bu gibi şeyler onları yok etmek için çok yetersizdi. Daha sonraki dakikalar ise yeri sarsıcı patlamaların, buz ve ateşten meydana gelmiş ruhani yaratıkların korkunç feryatlarından oluşan bir bulanıklıktı. Savaş ikisinin düellosunu merkez almaya başladı ve şiddetli bir girdapın içinde yavaşca devinen bir mücadeleye dönüştü.
Daha sonra Ronark kritik darbesini savurdu. Girakon tökezledi ve bu anlık açık onun çöküşü oldu. Ronark, Girakon'un sahip olduğu bütün gücün salınmasına neden olan bitirici vuruşu yaptı. Ronark bu gücü kendine katarken üzerine bir degişiklik geldi. Karardı. Pathos ve Cyper'in kaybolmuş güçleri yeniden birleşti ve Ronark'ın bedeninde yeniden bilinç kazandı. Pathos-Cypher mevcudiyeti yeniden bir bütün olmuştu.
Birden Pathos'un mesajcıları Ronark'ın çevresini sardı. "Sonunda seni bulduk efendimiz. Seni çok uzun zamandır arıyorduk. Emrin üzerine anti-enerjiyi bir araya getirdik. Moradon'daki Crystal'da senin talep etmeni bekliyor." Pathos'un yardakçıları eski efendilerinin ruhu tarafından çekilmişlerdi.
Ronark bütün Adonis'in üzerinden duyulabilecek bir sesle seslendi, "Beni dinleyin, Carnac halkı! Bugün kendi haklı gücümü talep edeceğim. Moradon'a!"
Vardığında Ronark doğruca şehrin ortasındaki dev kristale doğru yürüdü. İçinde bulunan enerjiyi kendine katmak için kullanan sihiri başlattığında mesajcılar belirdi. Onu durdurma girişimiyle, şovalyeler hattı kırıp Ronark'ı öldürmeyi umarak mesajcılara saldırdılar ama hiç sanşları yoktu.
Devam eden kaosun ortasında Akara'nın soğuk sesi yankılandı, "Halkımı yok etmene izin vermeyeceğim. Bugün seni sonsuza kadar tutsak ediyorum!" Ve dünya ateşe dönüştü.
çok sayıdaki volkanik taşlar Carnac'ın eski çekirdeğinden patladı ve hepsi Ronark'ın tepesine düştü. Hepsinin toplam gücü onun bile karşı koyması için çok fazlaydı ve Ronark ezici ağırlığın altında gözden kayboldu. Onu yanan sayısız tabakanın içinden yüzeyin aşağısındaki derinliklerine doğru sürüklediler.
Kısa süre sonra Akara, Ronark'ı hapsedicek olan canlı toprağı döktü. Fakat aceleyle volkanik taşların da takip etmesini emretmeyi ihmal etti. Başlarında yönlendirecek kimse olmadığından dolayı Moradon şehrinin etrafına yayıldılar.
Korkuyla, Logos olayları kayıtsız bir şekilde izledi. Bütün bunların sebebinin Akara ile yapmış oldugu planlar olduğunu hatırlayarak kendini suçladı. Tekrardan yarattıkları yokoluyor ve Moradon'un yıkılması da bunun kanıtı oluyordu. Pişmanlığı onu gizemli boşluklara geri adım atması için zorlamaktaydı, fakat suçluluk duygusu onu önce Moradonu tekrardan yaratmaya zorluyordu.
Herşey tekrardan inşa edildi, çiçekler yeşerdi, yaratıklar yeni yerlerini aldı. Yeni şehir dünyanın derinliklerinde, en saf minerallerin kullanıldığı işçilikle örülmüş duvarlar ve kalelerle gökyüzüne yükseldi. Carnac'ın en iyi kahramanları için büyük sokaklar geniş avlulara açıldı. Yeni ticaret oluşumunu incelemesi için Logos Kaishan'ı görevlendirdi ve onun liderliğinde Moradon zenginleşti.
Akara birkaç gün sonra geri döndüğünde çok öfkelendi ve Logos'un yaptığı bütün herşeyi ele geçirdi. Görünüşe göre Logos onun halkının sadakatini çalmıştı. Bu planları bozmak için, Akara saf yaşam gücünü Delos kalesindeki Merkez Yapıya katarak bütün şovalyelere karşı konulamaz bir güç sağladı. Ayrıca, kaleyi kontrol etmek için dövüşleri ödüllendirmeye başladı. Bir şovalyenin şöhreti artık Delosta büyüyebilirdi.
4. Ronark'ın Hapisi ve Akara'nın Planı
Akara savaş alanına vardığında, Girakon'un yerde kan içinde yatan,
hareketsiz vücudunu görünce şaşırdı. ölümsüz Girakon,
Ronark'a yenilmesinin üzerinden yeterli zaman geçmesine
rağmen henüz hayata geri dönememisti. Zaman
geçtikce Akara'nın endişesi, üzüntüye, üzüntüsü öfkeye
dönüştü. Cypher ve Pathos'dan geri kalan gücün Girakon'u
terk etmesi yüzünden, ölümsüz olmasına
rağmen, Girakon'un hayata geri dönücek gücü kalmamıştı. Akara, çaresizlik içinde Girakon'u hayata döndürmeye çalışırken ortaya çıkan inanılmaz enerji sonucu savaş alanındaki binlerce ölü Karus askeri birer birer dirilmeye başladılar. Ancak Girakon'un hayatsız vücudu bir türlü dirilmiyordu. çaresizlik ve öfke içinde Akara, tüm kudretini kullanarak bütün enerjisini Girakon'un hareketsiz vücuduna odakladı. Bedeli ne olursa olsun Akara, Girakon'u ölumün karanlık pençelerine bırakmamaya kararlıydı.
Carnac'ın yuzeyinin binlerce metre altında, Ronark'ın hapisi tamamlanmıştı. Hapisin duvarlari basit kayalar ve taşlardan yapılmış olmasına rağmen küçük, büyük her taş parçası Ronark'ın hapisinden kaçışını imkansız kılmak için adeta bilinçli bir çaba ile çalısıyordu. Ronark, inanılmaz gücünü kullanarak devasa kaya parçalarını toz ve dumana çevirdikce, yeraltında tüm şehirleri kapsayabilecek büyüklükte delikler açtı ancak saniyeler icinde Ronark'ın yok ettiği kayalar ve taşlar tekrar yaratılan boşlukları doldurup Ronark'ı geri hapsediyordu. Akara'nın yarattığı hapis mükemmeldi.
Zaman içinde Ronark, hapisinin bekçilerinin dikkatini çekmeden kısa bir süreliğine de olsa yeryüzü ile bağlantı kurmayı başardı. Bu kısa bağlantılar sırasında Pathos'un takipçileri ile irtibat kurup, Carnac da olup bitenlerle ilgili haber alıyordu.
Akara'nın Girakon'u diriltme çabaları en sonunda meyvesini verdi. Girakon tekrar ölümlüler arasında bir ölümsuz olarak yürümeye başladı. Ancak Girakon eski kudretini kaybetmişti. Vücudu yaşlı ve zayıftı. Ronark'ın ölümünden önceki hayatından kalan parça parça anıları belirsizlik ve kargaşa ile doluydu. Ronark'a karsı hissetiği nefretten geriye hic bir şey kalmamıştı. Bazı rüzgarsız gecelerde, Girakon uzaklardan gelen bir cağrı hissediyordu. Nedenini anlamadığı ama tanıdık bir his onu uzaklara çağırıyordu.
Akara'nın Karus'un galibiyeti için hazırladığı plan sade ama etkiliydi. Akara, savaşta ölen Karus askerlerini diriltip, tekrardan El Morad askerlerinin üzerine salıyordu. Zaman içinde, yorgun ve yaralı El Morad askerleri yavaşlamaya başladı. Akara, yaklaşan galibiyetin heyecanı ile Karus askerlerine seslendi: El Morad'ın sonu yaklaşıyor! En sonunda Karus hak ettiği saygıyı, El Morad'ın kanlı cesetlerinden alacak!
Ronark, yer altından bağlantı kurduğu Pathos'un takipçilerinin yardımı ile El Morad askerlerinin vahim durumunu duyunca, Akara'nın neler planladığını anladı. El Morad ın kurtuluşu Ronark'ın hapisinden kurtulup kurtulamamasına bağlıydı. Bu kolay olmayacaktı ama Ronark biliyordu ki hiç bir hapis mükemmel değildi ve hapisini bir arada tutan Akara'nın büyüsünün bir zayiflığı olmalıydı. Ronark, hapisinin zayıflığını bulduktan sonra Pathos'un takipçilerinin de yardımıyla yeraltından kurtulup, El Morad'a yardımcı olabilirdi.
hareketsiz vücudunu görünce şaşırdı. ölümsüz Girakon,
Ronark'a yenilmesinin üzerinden yeterli zaman geçmesine
rağmen henüz hayata geri dönememisti. Zaman
geçtikce Akara'nın endişesi, üzüntüye, üzüntüsü öfkeye
dönüştü. Cypher ve Pathos'dan geri kalan gücün Girakon'u
terk etmesi yüzünden, ölümsüz olmasına
rağmen, Girakon'un hayata geri dönücek gücü kalmamıştı. Akara, çaresizlik içinde Girakon'u hayata döndürmeye çalışırken ortaya çıkan inanılmaz enerji sonucu savaş alanındaki binlerce ölü Karus askeri birer birer dirilmeye başladılar. Ancak Girakon'un hayatsız vücudu bir türlü dirilmiyordu. çaresizlik ve öfke içinde Akara, tüm kudretini kullanarak bütün enerjisini Girakon'un hareketsiz vücuduna odakladı. Bedeli ne olursa olsun Akara, Girakon'u ölumün karanlık pençelerine bırakmamaya kararlıydı.
Carnac'ın yuzeyinin binlerce metre altında, Ronark'ın hapisi tamamlanmıştı. Hapisin duvarlari basit kayalar ve taşlardan yapılmış olmasına rağmen küçük, büyük her taş parçası Ronark'ın hapisinden kaçışını imkansız kılmak için adeta bilinçli bir çaba ile çalısıyordu. Ronark, inanılmaz gücünü kullanarak devasa kaya parçalarını toz ve dumana çevirdikce, yeraltında tüm şehirleri kapsayabilecek büyüklükte delikler açtı ancak saniyeler icinde Ronark'ın yok ettiği kayalar ve taşlar tekrar yaratılan boşlukları doldurup Ronark'ı geri hapsediyordu. Akara'nın yarattığı hapis mükemmeldi.
Zaman içinde Ronark, hapisinin bekçilerinin dikkatini çekmeden kısa bir süreliğine de olsa yeryüzü ile bağlantı kurmayı başardı. Bu kısa bağlantılar sırasında Pathos'un takipçileri ile irtibat kurup, Carnac da olup bitenlerle ilgili haber alıyordu.
Akara'nın Girakon'u diriltme çabaları en sonunda meyvesini verdi. Girakon tekrar ölümlüler arasında bir ölümsuz olarak yürümeye başladı. Ancak Girakon eski kudretini kaybetmişti. Vücudu yaşlı ve zayıftı. Ronark'ın ölümünden önceki hayatından kalan parça parça anıları belirsizlik ve kargaşa ile doluydu. Ronark'a karsı hissetiği nefretten geriye hic bir şey kalmamıştı. Bazı rüzgarsız gecelerde, Girakon uzaklardan gelen bir cağrı hissediyordu. Nedenini anlamadığı ama tanıdık bir his onu uzaklara çağırıyordu.
Akara'nın Karus'un galibiyeti için hazırladığı plan sade ama etkiliydi. Akara, savaşta ölen Karus askerlerini diriltip, tekrardan El Morad askerlerinin üzerine salıyordu. Zaman içinde, yorgun ve yaralı El Morad askerleri yavaşlamaya başladı. Akara, yaklaşan galibiyetin heyecanı ile Karus askerlerine seslendi: El Morad'ın sonu yaklaşıyor! En sonunda Karus hak ettiği saygıyı, El Morad'ın kanlı cesetlerinden alacak!
Ronark, yer altından bağlantı kurduğu Pathos'un takipçilerinin yardımı ile El Morad askerlerinin vahim durumunu duyunca, Akara'nın neler planladığını anladı. El Morad ın kurtuluşu Ronark'ın hapisinden kurtulup kurtulamamasına bağlıydı. Bu kolay olmayacaktı ama Ronark biliyordu ki hiç bir hapis mükemmel değildi ve hapisini bir arada tutan Akara'nın büyüsünün bir zayiflığı olmalıydı. Ronark, hapisinin zayıflığını bulduktan sonra Pathos'un takipçilerinin de yardımıyla yeraltından kurtulup, El Morad'a yardımcı olabilirdi.
5. Ateşe Doğru
Başlarda, Akara’nın amacı basitti: Karus halkına barışı
getirmek. Halkına sadece onların daha iyi yaşamaları
için, El Morad topraklarını ele geçirmede ve
kendilerini korumada yardımcı oluyordu. Artık
herşey değişti.
EL Morad halkının birçok kayıp verdiği ve büyük bir
katliamlara sahne olan ilk savaş başlamıştı. Savaş
alanında dökülen kanlar hiç beklenmedik bir etki
yarattı. Akara’nın kullanabileceği büyük bir yaşam gücü serbest bırakıldı ve böylece intikam almanın ötesinde, Akara’nın tutkusu El Morad’ın sistematik biçimde yokoluşu olacaktı.
Ve yıkım başlamıştı. El Morad Kale duvarları, savaşı kaybeden bu ırkın çöküşünün adeta bir göstergesiydi.
Bir gün…bir gece…Ronark hücresinde gücünü toparlamakta ve hücresinden kurtulmak için çalışmaktaydı. Yavaş yavaş, hücresinden kurtulup yüzeye cıkmayı başardı ve hemen emrindeki adamlardan gelişmekte olan olayları öğrendi. Akara’nın El Morad kalesıne doğru hareketlendiğini öğrenmişti. Bir anda heryer göz kamaştıran bir beyazlığa büründü.
Etrafı hissedilir bir sıcaklık kapladı. Ve yanma. Gözleri yanıyordu. Ronark’ı rahatsız eden bu parlaklığın güneş olduğunu farketti. Etrafta kaçmasını engelleyecek ne bir duvar, nede bir tuzak vardı fakat önemli olan bişey vardıki o da bütün gücünün yok olmuş olmasıydı.
Başını öne eğerek dizlerinin üstüne çöktü. Bir süre sonra arkasından güle benzer karanlık bir figür ona elini uzattı. Kısık bir sesle: “Gel. Yapılacak çok şey var. Bu ihtiyacın olan şey.”
Bu el tahmin ettiğinden daha sert ve kuvvetliydi ve kolayca onu havaya kaldırdı. Ve bir anda El Morad Kalelerinin yıkılma sesleri duyuldu. Karanlıktaki yabancı Karus savaşcılarına döndü ve kısık bir sesle “ İşte sonunda bu oldu”
“Akara, Logos tarafından yasaklanan şeyleri yapmakta. Acımasızca ve durmaksızın öldürmeye devam ediyor. Davranışları benim topraklarımdan farkettiğim kadarıyla dünyadaki bağlantıları güçsüzleştirdi.”
“Eğer Akara’dan şikayetciysen, sana bir önerim var. Akara tahmin ettiğin gibi bir tanrıça değil. Çok az bir güçle büyüdü ve bu güç içinde sarhoş oldu. Yeni bir Carnac yarattı; karışık, kötü biçimlenmiş, sadece kendini yanlızlığını yansıtan bir dünyaydı bu. Akara için bu savaştan ne kazanacağı önemli değil. Tek isteği gelecek olan savaşlarda senin halkının daha zayıf bir durumda olmasıdır. Carnac’ta ölen her savaşçı, Karus veya El Morad, gelecek savaşlarda senin kapasite olarak dayanma güçünü azaltacaktır.”
“Savaş” dedi karanlık savaşcı, sesi birden değişti “İki dünya arasındamı?”
“Akara’nın yeni Carnac halkı konuştuğumuz gibi birleşiyor ve belirsiz bir kadere doğru yol alıyor. Kendilerini gerçek Carnac’lı olarak tanıtıp ve senin halkını sadece bir fazlalık olarak bahsediyorlar. Bugunki hedefin zafer değil. Fakat, teslim olma zamanıda değil. Birlik ve bütünlüğü sağlamanın zamanıdır.”
Daha sonra Ronark bu karanlık yoldaşının ellerinin arasından gücünün parladığını gördü. Bunun ne olduğunu kadar, arkadaşı birden firladı ve gökyüzüne doğru ilerlemeye başladı. Karus ordusu ileriye doğru yürüyüşe geçti.
“Kimsin sen? ” dedi Ronark
“Bir dost” dedi karanlıktaki yabancı, “elinden geleni yapmaya çalışan kişi. Gerisi sana kalmış”
Savaş büyük bir inlemeyle başladı. Catapultlar karşı taraftaki düşmanı öldürebilmek için harekete geçtiler. Savaş alanını gökyüzünden gelen binlerce ok kapladı.Ve ardından çığlıklar ve inlemeler. Yavaşça, Karus tarafı, ladder truckları kaleye doğru ilerlemeye başladı. Her ölünün ardından Ronark içinde kötü bir sızlama hissetti. Akara her saniye daha güçleniyordu. Hayatında ilk defa Ronark kendini çaresiz hissetti. Savaş onun alanıydı ve bu alanda üstündü. Bütünlük gerekiyordu ve yardıma ihtiyacı vardı.
getirmek. Halkına sadece onların daha iyi yaşamaları
için, El Morad topraklarını ele geçirmede ve
kendilerini korumada yardımcı oluyordu. Artık
herşey değişti.
EL Morad halkının birçok kayıp verdiği ve büyük bir
katliamlara sahne olan ilk savaş başlamıştı. Savaş
alanında dökülen kanlar hiç beklenmedik bir etki
yarattı. Akara’nın kullanabileceği büyük bir yaşam gücü serbest bırakıldı ve böylece intikam almanın ötesinde, Akara’nın tutkusu El Morad’ın sistematik biçimde yokoluşu olacaktı.
Ve yıkım başlamıştı. El Morad Kale duvarları, savaşı kaybeden bu ırkın çöküşünün adeta bir göstergesiydi.
Bir gün…bir gece…Ronark hücresinde gücünü toparlamakta ve hücresinden kurtulmak için çalışmaktaydı. Yavaş yavaş, hücresinden kurtulup yüzeye cıkmayı başardı ve hemen emrindeki adamlardan gelişmekte olan olayları öğrendi. Akara’nın El Morad kalesıne doğru hareketlendiğini öğrenmişti. Bir anda heryer göz kamaştıran bir beyazlığa büründü.
Etrafı hissedilir bir sıcaklık kapladı. Ve yanma. Gözleri yanıyordu. Ronark’ı rahatsız eden bu parlaklığın güneş olduğunu farketti. Etrafta kaçmasını engelleyecek ne bir duvar, nede bir tuzak vardı fakat önemli olan bişey vardıki o da bütün gücünün yok olmuş olmasıydı.
Başını öne eğerek dizlerinin üstüne çöktü. Bir süre sonra arkasından güle benzer karanlık bir figür ona elini uzattı. Kısık bir sesle: “Gel. Yapılacak çok şey var. Bu ihtiyacın olan şey.”
Bu el tahmin ettiğinden daha sert ve kuvvetliydi ve kolayca onu havaya kaldırdı. Ve bir anda El Morad Kalelerinin yıkılma sesleri duyuldu. Karanlıktaki yabancı Karus savaşcılarına döndü ve kısık bir sesle “ İşte sonunda bu oldu”
“Akara, Logos tarafından yasaklanan şeyleri yapmakta. Acımasızca ve durmaksızın öldürmeye devam ediyor. Davranışları benim topraklarımdan farkettiğim kadarıyla dünyadaki bağlantıları güçsüzleştirdi.”
“Eğer Akara’dan şikayetciysen, sana bir önerim var. Akara tahmin ettiğin gibi bir tanrıça değil. Çok az bir güçle büyüdü ve bu güç içinde sarhoş oldu. Yeni bir Carnac yarattı; karışık, kötü biçimlenmiş, sadece kendini yanlızlığını yansıtan bir dünyaydı bu. Akara için bu savaştan ne kazanacağı önemli değil. Tek isteği gelecek olan savaşlarda senin halkının daha zayıf bir durumda olmasıdır. Carnac’ta ölen her savaşçı, Karus veya El Morad, gelecek savaşlarda senin kapasite olarak dayanma güçünü azaltacaktır.”
“Savaş” dedi karanlık savaşcı, sesi birden değişti “İki dünya arasındamı?”
“Akara’nın yeni Carnac halkı konuştuğumuz gibi birleşiyor ve belirsiz bir kadere doğru yol alıyor. Kendilerini gerçek Carnac’lı olarak tanıtıp ve senin halkını sadece bir fazlalık olarak bahsediyorlar. Bugunki hedefin zafer değil. Fakat, teslim olma zamanıda değil. Birlik ve bütünlüğü sağlamanın zamanıdır.”
Daha sonra Ronark bu karanlık yoldaşının ellerinin arasından gücünün parladığını gördü. Bunun ne olduğunu kadar, arkadaşı birden firladı ve gökyüzüne doğru ilerlemeye başladı. Karus ordusu ileriye doğru yürüyüşe geçti.
“Kimsin sen? ” dedi Ronark
“Bir dost” dedi karanlıktaki yabancı, “elinden geleni yapmaya çalışan kişi. Gerisi sana kalmış”
Savaş büyük bir inlemeyle başladı. Catapultlar karşı taraftaki düşmanı öldürebilmek için harekete geçtiler. Savaş alanını gökyüzünden gelen binlerce ok kapladı.Ve ardından çığlıklar ve inlemeler. Yavaşça, Karus tarafı, ladder truckları kaleye doğru ilerlemeye başladı. Her ölünün ardından Ronark içinde kötü bir sızlama hissetti. Akara her saniye daha güçleniyordu. Hayatında ilk defa Ronark kendini çaresiz hissetti. Savaş onun alanıydı ve bu alanda üstündü. Bütünlük gerekiyordu ve yardıma ihtiyacı vardı.
Moderatörün son düzenlenenleri: